TAVŞAN
AYAĞI
eski ve gizli
sevgililere...
Neredeyse
30 yıl olmuş, böyle söyleyince garip geliyor insana, 30 yıl öncesindeki bir
yaşanmışlığı konduramıyorsun kendine,
sanki hala 20lerindeymişsin gibi.
Zaten 30 değil 27 yıl olmuş tam hesaplayınca-şimdi daha iyi hissettim
sanki kendimi- unutmak isteyip, hiç dillendirmeyerek unutulacağını sandığım
hikayem yaşanalı tam 27yıl olmuş. Bugün Onu görünce hiçbir anını unutmadığımı
fark ettim tekrar.
Düşünüyorum
da, aslında 30 yıldır- yani 27- bütün
ilişkilerimde hissetmişim bana yaşattıklarının etkisini.
Üniversitede
2. Yılımdı 19 yaşındaydım. Eğitim Fakültesi’nin çok güzel bir bahçesi vardı yerler çim, ağaçların cinsini
hatırlamıyorum ama güneşi sokmazlardı alana, baharda havalar biraz düzelince
kantinde hiç öğrenci kalmazdı çayını
kapan soluğu bahçede alır çimlere yayılırdı.
Ben soğuk havalarda daha çok severdim bu bahçeyi . Daha sakin olurdu
çünkü, yağmur yağdığında yeşil canlı
parlak bir görüntü sunardı, kar yağdığındaysa yeşil ve beyaz harikulade
görünürdü. Gerçi kar az yağardı ve kar yağdığında bahçe sakin olmazdı ama ben şanslıydım. Eğitim Fakültesi
öğrencisi olmadığım için öğrenciler dersteyken sakin yakalayabiliyordum. İşte
böyle sakin bir anında bahçenin tanıştım Onunla.
Ev
arkadaşımla sabaha kadar din tartışması yaptıktan sonra gün ağarırken
sızmıştık. Öğleye doğru biraz da karnımın açlığı ve üşümeyle uyandığımda ev
arkadaşım evde yoktu. O hayvan nasıl kalkıp sabah dokuzda derse gidiyordu o
zamanlar, hala anlayabilmiş değilim. Evde tek başıma kahvaltı etmekten nefret
ederim, zaten evimizde de kahvaltılık bir şey hazırda olmazdı hiç. Gidip
bakkaldan almak gerekirdi. Bakkala kadar gideceğime eve yakın olan Eğitim Fakültesi’ne gider kantinden
bir sucuklu tost yaptırır yerim, hem birkaç tanıdık da görür laflarım diye
düşünüp okula gitmiştim. Kasım ortalarıydı hava yeni yeni soğumaya yüz
tutmuştu. Sabah ben uyurken bayağı
yağmur yağmış her yer ıslaktı hala da aralıklarla çiseliyordu. Kantine
gittiğimde ders saatiydi kimseler yoktu. Eğitim Fakültesi o zamanlar öyleydi
yüksek lise derdik biz. Bizim bölüm gibi her saat kantinde birileri bulunmazdı,
ders saatinde bomboş olurdu. Hoş bizim fakültede de o kalabalığa rağmen tanıdık
üç beş kişi çıkardı. Eğitimdeyse herkes birbirini tanırdı. Dedim ya yüksek lise
gibiydi. Tostu su bardağında çay
eşliğinde, yeni yanmaya başlayan kaloriferin yanında yedikten sonra çok
sevdiğim bahçede turlamaya çıktım. Bahçenin
yabancı dillerden resim müzik
bölümlerine bağlanan kısmında ciddi bir kot farkı vardı. Resim bölümü
öğrencileri de hocaları eşliğinde bu yükselti farkından yararlanarak taş bir
oditoryum inşa etmişlerdi. Hiç gösteri yapıldığını görmedim orda ama hoş duruyordu.
Çevredeki evlerden çocuklar falan girip
oyunlar oynardı bazen . Oditoryuma doğru yürüdüm ben de, her taraf ıslak
olduğu için oturamıyordum hiçbir yere, yürüyordum durmadan bu yüzden. Oditoryumda bir kız, çocukların daha önce
çizmiş olduğu sek sek alanında kendi kendine sek sek oynuyordu. Yaşı öğrenci
gibiydi ama kıyafetleri eğitim fakültesi öğrencilerine benzemiyordu. Diz
altı gri bir etek giymişti üzerinde de
deri bir kaban vardı ama içi kürklülerden değil, belden kuşaklı trençkot
tarzı. Başında da el örgüsü kahverengi
bir bere. İlk iletişimi kurmak hiç becerim olmadığı halde ortamdan aldığım cesaretle – biraz da medeni olmam
gerektiğini düşünerek utanma pahasına herhalde-
-Merhaba dedim. Kafasını
kaldırdı baktı ve hiç duraksamadan
-Sek sek
bilir misin? Dedi
-Kim bilmez
ki.Dedim.
-Ben
yeni öğrendim sayılır dedi
oyuna devam ederek. Ardından yandı ve ;
-Madem biliyorsun hadi göster marifetini
Öyle
buyurgan bir şekilde söylemişti ki bunu, itiraz etmeyi düşünememiştim bile. O
gün yağmurda oynadığımız sek sekle tanışmıştık. “Üşüdüm çay içelim” dedi bir
süre sonra ve fikrimi bile sormadan yabancı diller bölümüne doğru yürümeye
başladı. Islak çimlerin üstünden
kaymadan tırmanmaya çalışarak. Hiç sevmezdim o kantini, şurada burnumuzun
dibinde resim bölümünün kantini varken neden yabancı dillere gidiyoruz diye cılızca
itiraz ettim. “Kantine değil Tuval’*e gidiyoruz” dedi. Ve ekledi benim şaşkın
bakışlarımı sanki ensesiyle görmüşçesine
“önce arabamı alacağız o yüzden ters yöne gidiyoruz” O zamanlar arabaya binmek çok önemliydi bizim gibiler için. Hele
benim için,ne ailemin arabası vardı lisedeyken nede herhangi bir arkadaşımın. Ben üniversiteye gelince babam benle yaşıt bir
araba almıştı benden daha yaşlı motosikletimizi satarak. Ben de o yaz araba
kullanmayı öğrenmiş, Osmancık'a sürücü kursu açılmadığı için de hemencecik
emniyetten ehliyet alıvermiştim yaşım tutar tutmaz. Arabaya daha ne doymuş ne
de alışmışken okullar açılmış ve Bursa'ya dönmüştüm.Hasbelkader hususi bir
otomobile bindiğimde 5 yıldızlı bir otele girmiş gibi hissederdim kendimi,
ortamımdan uzak olduğum için huzursuz,
herkesin giremediği bir yerde
olduğum için ayrıcalıklı –hoş o zamanlar bu benzetmeyi yapamazdım, hiç 5
yıldızlı bir otele gitmemiştim çünkü- Bu yüzden okulun hemen dışındaki bir yere
arabayla gitmek saçma geldiği halde itiraz etmemiştim. Ama o arabaya biner
binmez açıklama yapmıştı yine de “bugün öğleden sonra dersim yok, okula tekrar
dönmeyeceğim o yüzden arabayı da almak istedim”
Almanca
bölümünde öğretim görevlisiymiş.32 yaşındaydı ama
-ufacık tefecik bir şey olduğu için sanırım- hiç göstermiyordu. Kıyafeti
olmasa öğrenci olmadığına ihtimal dahi vermezdi kimse.O gün bir saat kadar
oturduk Tuval’de; “Birazdan öğrenciler doluşur buraya, rahat vermezler bana, ben Heykel’e gideceğim
işin yoksa sen de gel sohbet ederiz”
diyerek davet etti beni. Havalara uçtum tabi. Çok keyif almıştım
geçirdiğim 1,5-2 saatten. Lafa girdiğinde korkmuştum sohbet bitecek diye. Akşam
8’e kadar gezdik. İnkaya'ya***çıkardı beni,
çay içtik. Durak
Muhallebicisi'nde kuru pilav ısmarlamıştı bana, çok utanmıştım ama sen
öğrencisin diyerek zorla o ödemişti. 8’de beni eski YKM’****nin önünde bıraktı.
Setbaşı'nda oturuyormuş, oradan evine çıkacaktı beni de Eğitim dolmuşlarına
bırakabileceği en yakın yere bırakmıştı.
Sönmez’in** arkasındaki 152 Evler dolmuşlarına kadar yürümüş ama
binmemiştim dolmuşa. Biraz daha yürümek istemiştim, biraz aşağıda eski Tekel
binasının yanından Beyazıt dolmuşları kalkardı, evime yakın mesafeye giderdi
onlar da. Onlara binerim diye düşünmüştüm. Ama
o mesafe de kesmemişti yürüme isteğimi. Devam ettim dolmuş güzergahında
yürümeye yoldan binmeyi umarak ve bayağı yürümek zorunda kalmıştım, yolda
yolcusunu indirmiş bir dolmuşa rast gelmek için. Neredeyse yolun yarısını
yürümüş, iyice üşümüş ve ara sıra çiseleyen yağmurla farkında olmadan
ıslanmıştım. Evim soğuktu ve banyomuz da
yoktu sıcak bir duşla ısınmak için. Yine de hiç mutsuz değildim, adını
koyamıyordum ama mutluydum keyifliydim. Anlatmaya, konuşmaya son derece meyilli
biri olmama rağmen ev arkadaşıma o gün yaşadıklarımla ilgili hiçbir şey
anlatmamıştım. Meraklı sorularını geçiştirmiştim. Neden böyle yaptığımı bugün
bile tam olarak adlandıramıyorum ama o gün bu konu ile ilgili hiçbir şey
söylememem, sonrasında da benim için zor olan ketumluğu kolaylaştırmış, sanki birine
bir gram bir şey anlatsam her şey bozulacakmış hissi yaratmıştı, bir nevi totem
gibi.
Ertesi
gün yine gittim Eğitim Fakültesi'ne , çok hoşlanmıştım bu genç hocanın sohbetinden,
aurasından, tabi benden 13 yaş büyük bir genç kadından hoşlanmak olarak
yorumlamıyordum bu ilgimi. Kendime itiraf etmiyordum, o genç yaşımda benden daha yaşlı bir gence
ilgi duyabileceğimi.En azından ilk günlerde yapamıyordum bunu . İlk defa Eğitim
Fakültesi'ne girdiğimde resim bölümü kantini yerine O'nu ilk gördüğüm
oditoryuma gitmiştim. Müzik bölümünden iki sevgili tartışıyordu, beni fark
ettiler ve sanki onları dinlemek için özellikle gitmiş de yakalanmış gibi
utandım. Yukarı müzik bölümünün kantinine çıkmayı planlarken, yaşadığım utancın
etkisiyle tanıdık birilerini görme ihtiyacı hissettim ve resim kantinine doğru
ilerledim.Vaktimin büyük bir kısmını bu fakültede geçirdiğim halde, buranın
öğrencisi olmadığım için tam olarak rahat hissetmezdim kendimi. Eğer bir
tanıdık göremezsem yalnız geçirdiğim her dakika diken üstünde gibi olurdum ama
bir tanıdık görüp de yanına yamandım mı rahatlardım bir anda. Tabii zamanla
tanıdıklar çoğalınca bu duygu da azaldı ama hiç kaybolmadı. İşin kötüsü kendi
fakültemde, kendi kantinimde de aynı rahatsızlığı yaşardım. Sanki birisi ne
işin var burada diyecekmiş gibi bir tedirginlik yaşar, hiç bir zaman kendimi
ait hissetmezdim oraya. Lisedeyken bırak
kantini devamlı takıldığımız kafelerde, bile yaşadığım rahatlığı ve güveni
üniversite hayatım boyunca hiç yaşayamadım. Şanslıydım bir sürü
arkadaşa rastladım.Güven sorunu yaşamadım yani. Ama güven sorununu çok daha
fazla yaşayacağım müzik bölümü kantinine gitmek için yanıp tutuşuyordum yine
de. Bir bahane bulsam da gitsem diye hiç bir sohbete konsantre olamıyordum.
Buna rağmen o güne kadar adımımı
atmadığım kantine gitmek için bir bahane bulamadım etrafımdakilere söyleyecek
ve ben eve gidiyorum diye çıkıp, kimse ters yöne gittiğimi görmesin diye çıkışa
kadar gidip, diğer yoldan bu sefer kimseye rastlamamayı umarak müzik bölümü
kantinine gittim. Kantine girerken aklıma eğer Onu görürsem bu kantinde ne
aradığımı nasıl açıklayacağım geldi ve nabzım hızlandı ama maalesef kantinde
onu göremedim. Bu yer altındaki ruhsuz kantinde meraklı bakışlardan kurtulmak
için gelişime bir bahane uydurmaya çalışarak kantinden gözüme ilişen ilk şey
olan çubuk krakeri satın alıp çıkmaya çalıştım. Öyle hızlı davranmışım ki
kapıdan çıkarken birine çarptım ve çarptığım kişinin kim olduğuna bakmadan,
kaçamak bir özürle kaçmak istedim. Çarptığım kişi bizim tiyatro kulübünden
yabancı dillerde üstelik de Almanca'da okuyan
bir arkadaşım. Napıyorsun burada hayırdır diye tanışıklık vermese
yeminle tanımadan gideceğim o kadar panik olmuşum nedense. Tanrım dedim içimden,
hayatım kurtuldu, birden nasıl samimi davrandım, o kadar samimi olmadığım
birine kendime şaştım. Kulüptendi ama öyle her çalışmaya falan gelen bir tip
değildi. Bize çok takılmazdı açıkçası benim de ona karşı bir soğukluğum vardı . Bir keresinde anlamsız bir
tartışma çıkarmıştı ben tartışmaya dahil değildim ama tavrına gıcık olmuştum.
Allahtan kız çok samimi davranmıştı da benim iki yüzlü tavırlarım çok batmamıştı.
Çay içmeye davet edince beni, ayıla bayıla atladım. Hem kantinde vakit geçirmek
için bahanem olmuştu hem de O'nu görebilme şansım biraz daha artmıştı. Biz çay
içene kadar belki gelirdi belli mi olur.Gelmese de kantine girmek için artık
bahanem vardı. Bayağı koyu bir sohbet yaptık.Hatta konu kapandıkça biraz daha
orada kalmak için yeni konular açıyor sohbeti uzattıkça uzatıyordum - O
arkadaşım ile o güne kadar ve o günden
sonraki bütün sohbetlerimizi toplasan o gün yaptığımız kadar sohbet
etmemişizdir.Hatta kız acaba Ona asıldığımı falan düşünür mü diye tedirgin bile
olmuştum. Ama asıl korkum arkadaşımdan çok çevredekilerin böyle düşünmesi
idi.Nedense çevrenin, hatta hiç tanımadığım insanların bile benim hakkımda
yanlış düşüncelere kapılması kabus gibi
bir şeydi benim için. Şimdi bile öyle sayılır, çok değişmedim sanırım- yine de
yetmedi.Bizim kantinde oturduğumuz sürece kantine gelmedi.Arkadaşıma O'nu
sordum bir punduna getirip; "Çatlağın tekidir" dedi. "Ne zaman
nasıl davranacağı belli olmaz, öğrenciler çok seviyorlar ama" dedi
"ben pek sevmem, güven vermiyor bana"
Seni kim sevsin dedim içimden. O'nun hakkında böyle konuşması canımı
sıkmıştı. Hocaların kantine çok sık gelmediği aklıma düştü birden ve bu düşünce
sohbeti de bitirme nedenim oldu zaten.
Arkadaşımdan
ayrılıp eve doğru gidecekken , yabancı dillerin kapısında gördüm O'nu. Nabzımın
kaç olduğunu bilmiyorum ama başımdan ayağıma titredim, seslenmek istedim sesim
çıkmadı, koşup yetişeyim dedim yapamadım ama istemsiz bir şekilde hızlı hızlı
yürümeye başladım ve dış merdivenlerde yetiştim. Hiç bir şey söyleyemiyordum
sadece yaklaştım nerdeyse ensesindeydim hissetti beni ve aniden dönüp küçük bir
çığlık attı. "Napıyorsun sen"dedi.
"korkuttun beni"
-Kusura
bakmayın hocam dedim korkutmak istemedim, sadece bir merhaba
demek için size yetişmeye çalışıyordum.Nihayet dilim çözülmüştü ama çok da utanmıştım.
-Merhaba
o zaman dedi. Ama ben senin hocan falan değilim. Sen İİBF
öğrencisisin, ben yabancı diller öğretim üyesiyim. Ben senin sek sek arkadaşın
olabilirim ama hocan olamam dedi.
Çok mutlu oldum bu yaklaşıma ama ne diyeceğimi
de bilemedim baktım kaldım yüzüne. Yine
lal oldum birden. Kafamdan milyonlarca şey geçiyor ama bir şey diyemiyorum.
Konuşamadığım her salise bir yıl gibi geçiyordu, hava buz gibi ama beni ateşler
basmıştı. Baktı yüzüme muhtemelen
kızardım, gülümsedi ,
-Tiyatro çalışman mı var, o yüzden mi buradasın”?dedi.
-Yok
dedim çalışmam yok. Soran gözlerle yüzüme baktı
eee neden buradasın o zaman der gibi.
-Evim
burada ya diye devam ettim. Sıkıldım evde, arkadaşlarla laflamaya
gelmiştim, bu fakültede daha fazla arkadaşım var dedim.
-Geçti
mi sıkıntın?
-Efendim?
-Sıkıntın
diyorum, canın sıkılmış ya laflamaya gelmişsin arkadaşlarınla lafladın mı?
Birden
salak gibi hissetmiştim kendimi. Sanki söylediğim yalanı anlamış onu görmeye
geldiğimi biliyormuş da benimle alay ediyormuş sanmıştım.
-Tabii
dedim buldum arkadaşlarımı konuştuk O sırada müzik bölümünde okuyan bir
hemşehrim merdivenlerden çıkmaya başladı selam verdi, abartılı bir şekilde
karşılık verdim sanki Ona burada çok seviliyorum herkesi tanıyorum asla senin
için gelmedim demeye çalışıyordum.
İlgisizce
"tüh" dedi. Bu sefer ben ona soran gözlerle bakmıştım şaşırarak.
-Sıkıntın
geçmediyse benimle alışverişe gel diyecektim dedi. Benim karar vermeme de yardımcı olurdun alış veriş yaparken çok
kararsız kalırım ben
Birden
atılarak "gelirim" dedim Artık suratımda nasıl bir ifade olduysa
gülmeye başladı. Ben konuşmaya devam ediyordum.
-Bir
işim yok nasıl olsa, eve gideceğime sana şey size yardım ederim dedim.
Gülmesi
kahkahaya döndü birden ortalıkta pek kimse yoktu ama yine de biri bizi bu halde
görecek diye ödüm kopuyordu okulun
merdivenlerinde -arkadaşımın deyimiyle- çatlak Almanca Hocası yüzüme
bakarak bana kahkaha ile gülüyordu
sonuçta. Önce benim sevindirik halime gülüyordu sanırım, sonra da şaşkın ve
tedirgin halim iyice komik gelmeye başlamıştı. merdivenlerden hızlıca inerek (merdiven dediğim de taş çatlasa 7-8
basamaktır) koşar adımlarla otoparka doğru yürürken, bana da eliyle gel işareti
yaptı. İkiletmeden peşinden gittim hala kahkaha atıyordu. Arabaya bindi ben de
yanına oturdum. Emniyet kemerini
bağlarken biraz sakinledi (o zamanlar
emniyet kemerini bağlamak polis kontrolü yoksa uzaylıların falan yapacağı bir
şeydi. O hep kullanırdı beni de bir kaç
kez uyarmıştı ama ben ona karşı sanki kimliğimi korumak gibi görüp asla
bağlamamıştım. Sıkıyor der geçiştirirdim Allahtan fazla üstelemezdi yoksa aynı
dirayeti devam ettiremeyebilirdim)
Arabayı hareket ettirmeden önce tekrar bana baktı ve bu sefer daha
şiddetli bir şekilde kahkaha atmaya başladı. Ben de rahatlamıştım ne de olsa
arabada bizden başka kimse yoktu ben de kahkaha atmaya başladım. Eski Tıp
Fakültesi'ne kadar anlamsızca güldük. Tıp Fakültesi'nden Ankara Yolu'na çıkan
kavşakta bir minibüs aniden önümüze kırınca kahkahamız kesildi. Sanki az önce
delicesine kahkaha atan O değilmiş gibi kornaya asıldı yarı Almanca yarı Türkçe
küfürler savurmaya başladı. Sert hareketlerle minibüsü solladı sollarken el kol
işaretleri ile şoföre arabanın içinden
küfürler etti sonra da camı açıp var gücüyle "Camıııış" diye bağırdı.
Ben
öyle gerilmiştim ki korkudan altıma edecektim nerdeyse. Şoförü tanıyordum
Eğitim'in 313 plakalı minibüsünün şoförüydü, durağın en afili arabasının 1.90
boyunda, mahalle sakinlerinin ve duraktakilerin Yakışıklı diye hitap ettiği
bıçkın bir delikanlıydı bu şoför.. Ağır Abi takılıyordu. O mahalle de
oturduğumuz için çok sık biniyorduk muhabbetimiz de oluşmuştu. 313 bizim de ev
arkadaşımla bir sene önce yurt odamızın numarasıydı oradan bir sempati
beslemiştik herife ne gereği varsa. Arabalar dursa ve kavga çıksa bu
"Yakışıklı" beni hacamat ederdi. Allahtan kimse durmadı ve devam
ettik yola. Ama ben bir daha 313 plakalı minibüse hiç binmedim gıcık olmuştum
artık adama ya da arabanın içinde beni görmüş olmasından da korkuyor
olabilirdim tabii. Saatler gibi geçen bir dakikadan sonra dönüp bana;
-Ne
oldu dedi. Neden sizli bizli konuşmaya başladık. Sana senin hocan değilim dedim.
Dün
böyle değildin okul merdivenlerinde konuşunca mı böyle oluyor?
-Bilmem dedim herhalde öyle oldu farkında
bile değilim nasıl hitap ettiğimin.
Yalandı eşşek gibi biliyordum nasıl hitap ettiğimi. Hatta bir yerde önce sen
deyip sonra sizle düzeltmiştim. O da farkındaydı yalanımın ama yüzüme vurmadı.
Neden o kadar güldüğünü o zaman anlamıştım.
-Ben hiç
sevmem sizli bizli konuşmayı, benim öğrencim değilsin, arkadaşım olacaksan da
ismimle hitap etmelisin tamam mı deyip, cümlenin sonunu ismimi vurgulu
bir şekilde söyleyerek tamamlamıştı. İsmimle bir sorunum yoktu ama daha bir
sevmiştim birden ismimi. Ne kadar kulağa güzel geliyormuş ismim.Tamam deyip ben de Onun ismini ekledim
tamamın kuyruğuna. Onun kadar güzel ve vurgulu söylemeye çalışarak.
O gün
hayatımın en eğlenceli alışverişini yaşamıştım. Gitmediğimiz yer kalmamıştı, Altıparmakta girmedik mağaza bırakmadık,
Kapalı Çarşı'da ayakkabıcılar arastasını talan ettik, Heykeldeki çok katlı
mağazalar , alt geçitler, hiçbiri gazabımızdan kurtulamadı her yerin altını
üstüne getirdik, daha doğrusu O getirdi ben sadece yancısı gibiydim. Gerçekten
çok kararsızdı, seçtiği her şey bana güzel geliyordu ama yine de sırf bir şey
söylemiş olmak ve görevimi yerine getirmek için birini seçiyor sebebini sorarsa
saçma sapan bir şeyler uyduruyordum genelde de çok ciddiye almıyor, seçenekleri
ikiye düşürebildiysek ikisini birden alıyordu. Böyle bir alışveriş o zamana
kadar görmemiştim, deli gibi para harcıyordu. O an öğretim görevlilerinin çok
para kazandığını sanarak ciddi ciddi acaba öğretim görevlisi olsam mı diye
düşünmeye başlamıştım. Bizde alışverişler genellikle annem babam kardeşim ve
ben beraber yapılırdı. Gittiğimiz mağazalar hep belli yerlerdi, genelde tanıdık
olan mağazalara gidilirdi, en uygun şeyler beğenilir, babam son anda çok
ihtiyaç var mı buna der, annem evet der babamın surat asılır ve sonra satıcı
ile pazarlık başlardı. Bazen annem babamın bu çok ihtiyaç var mı sorularından
bunalır sinirlenir, yok ihtiyaç falan deyip seçilen ürünü de bırakır gözleri
ağlamaklı olarak kapıya doğru giderdi. O zaman o ürün babam tarafından yine
söylenerek ama fazla pazarlık yapılmadan alınırdı. Ben bunları düşünürken bana ;
-Senin beğendiğin
bir şeyler yok mu?
diye sordu Artık son duraktaydık. Bir gün önce beni bıraktığı yerdeki YKM'nin
içindeydik bu sefer. Ona alışverişteki yardım görevimi hatırlayıp hemen sağıma
soluma baktım ve sarı ama bayağı canlı bir sarı boğazlı bir kazak bulup
getirdim ona.
-Bu
güzel bence, sana da çok yakışır dedim. Bir kahkaha attı;
-Salak
dedi sevimlice, ben sarıyı hiç sevmem, hem ben
senin kendin için beğendiğin birşey yok
mu diye sordum.
1. sınıfın
yaz tatiline girerken Altıparmakta bir mağazadan bursumla fermuarlı bir gömlek
almıştım kendime ve bu benim kendi başıma yaptığım ilk kıyafet alışverişi idi
çok büyümüş hissetmiştim kendimi. Oysa şimdi "yeni arkadaşım" öyle
ilginç bir şekilde alışveriş yapıyordu ki nutkum tutulmuştu ve bana kendim için
bir şey alıp almayacağımı soruyordu. Hem de YKM'den oraya benim param nasıl
yetsin, bir de günlerden Perşembe, babam bana her pazartesi para gönderirdi ben
de hafta sonuna kadar parayı bitirir pazartesiyi iple çekerdim. Param yaşamak
için ancak yetecek düzeydeydi yani bırak alışveriş yapmayı.
-Yok
dedim acele ile. Bir
ihtiyacım yok. Geçen ay memlekette bayağı bir alışveriş yaptım. Israr
etti sanki param olmadığını anlamışçasına
-Hadi
ama ben bir sürü şey aldım sana da alalım bir yer biri yer biri bakar kıyamet
ondan kopar, ben alacağım bugün bana katlandığın için bir hediye.
Daha
neler, hem param yok hem de dün tanıştığım bir kıza kendime öteberi mi
aldıracaktım. Üstelik içten içe bu kızdan bayağı hoşlanmaya başlamıştım o ne
kadar arkadaşlık dese de daha önce defalarca yaşadığım, seni arkadaş olarak
gören kızlara aşık olma sathı meyiline çoktan girmiştim ben
-Ne
münasebet dedim. Ben hediye için mi senin yanındayım? Hani
arkadaştık Çok afili laf etmiştim kanımca kendi kendimi gaza getirip
devam ettim hatta biraz da yükselerek sanırım. Demek ki yarın sen benim için bir
şey yapsan hemen hediye bekleyeceksin benden.
-Tamam canım ne sinirleniyorsun dedi Omuzlarını silkerek. İstemiyorsan almayız. Seçtiklerini
yüklendi ve kasaya doğru yürüdü. Yürürken;
seni de kendim gibi sandım pardon
dedi tavırla ve ekledi gülümseyerek, yaptığı tavrı ciddiye almamamı
istercesine, ben hediyeye hiçbir zaman hayır demem çünkü.
Cevap
vermedim bekledim ödemeleri yapmasını, kasaya gitmedim ne kadar harcadığını
öğrenmek istemedim zira oraya gelene kadar zaten benim bir ayda harcadığım
paraya yakın bir harcama yapmıştı ki ben çevremdeki bütün arkadaşlarımdan daha
fazla para harcıyordum . Alışveriş yaparken cimri davranan babam, benim
Bursalarda sıkıntı çekmemem için evde kendi yediklerinden kısıyor, hafta
sonları Osmancıkta muhasebe defterleri tutuyor ve beni oldukça iyi yaşatıyordu.
Sadece kendimin değil arkadaşlarımın açıklarını da kapatıyordum çoğu zaman.
Çıktık YKM'den
-Buradan nereye geçiyoruz dedim
ve ekledim. Bence gezmediğimiz mağaza kalmamıştır.
-Yok artık arabaya gidelim,mağaza kaldıysa bile para kalmadı alacak iki
yıllık alışveriş yaptım Haklıydı çok da yorulmuştuk, bu
cevabı umarak sormuştum soruyu.
-O zaman sana arabaya kadar eşlik edeyim oradan da kaçayım ben
-Hoppalaa
dedi, çanta dolu ellerini iki yana açıp belinden geriye doğru hafifçe
esneyerek. Nereye gidiyorsun? Acıkmadın mı sen? Kaç saattir canımız çıktı ben kurt
gibi acıktım senin acıkmaman imkansız genç oğlan. Buyurgan bir ifadeyle, Yemek yiyeceğiz hiçbir yere gitmiyorsun.
Bu
genç oğlan lafı öküz gibi oturdu böğrüme kötü bir niyetle söylememesine rağmen,
aramızdaki yaş farkını suratıma vurduğu için hiç hoşlanmadım ve tavrımı devam
ettirerek,
-Acıktım tabi ama
evde yerim
dedim
-Olmaz
dedi, ben yordum seni,benim doyurmam
lazım, günün yarısını beraber geçirdik doğru dürüst laflayamadık bile iki çift
de laf ederiz arkadaşım.
Asla
yanından ayrılmak istemiyordum zaten ama, salak saçma gençlik triplerim devam
ediyordu.
-Tamam
ama bir şartla dedim.
-Ooo dedi
şartlı şurtlu yemek yiyeceğiz yani.
Neymiş şartın?
-Yemeği ben ısmarlayacağım.
Güldü;
-Tamam
ama bir şartla dedi, soran gözlerle baktım,Yiyeceğimiz yeri ben seçeceğim.
Şimdi
boku yedik diye geçirdim içimden. Bu şartı reddedemezdim, ama bu kadar alışveriş yapan biri yemek yiyeceği
yeri de alışveriş yaptığı hovardalıkla seçerse o hesabı ödeyemezdim. Gözümdeki
tedirginliği hissetmiş olacak ki ekledi hemen;
-Merak etme çok pahalı bir yer seçmedim, itiraz edecek oldum parmağını
sus işareti yapar gibi dudağıma getirip devam etti. Sessiz sakin, güzel manzaralı,
ucuz ama emek yoğun bir yer dedi. Bu sırada arabasını park ettiğimiz
yere doğru yürüyorduk. Öyle lüks bir yer değil, çok seçenek,
mükemmel servis falan yok ama beğeneceğini umuyorum.
Arabayı
kapalı çarşıya giderken Gümüşçeken Otoparkına park etmiştik. Alt geçitten
karşıya geçtik Bursa'nın meşhur lodosu
esiyordu benim iki elimde onunsa bir elinde çantalar vardı, sağ elimdeki tek
çantayı benden alıp kendi sağ eline geçirdi ve koluma girdi ve iyice sokuldu
bana;
-Uçacağım bu
rüzgarda tutmazsan beni dedi.
Nasıl önemli hissettim kendimi anlatamam uçmasını engellemek istercesine
kolumla kolunu sıkıştırdım iyice, artık her yere gidebilirdim onunla yemekle
ilgili tereddütler falan kafamdan çıkıp gitti anlamsızca, yine de sordum az
önce söylediklerinden anlamadığım şeyi;
-Emek
yoğun derken ne demek istedin? Bulaşıkları yıkayarak falan mı ödüyoruz hesabı?
-Bu da
bir yöntem tabii ama benin kastettiğim kendin pişir kendin ye idi
dedi.Çok toydum hayat tecrübem o kadar azdı ki, Çorumdan gelmiş gözü henüz
açılmamış bir gençtim ama her şeyi biliyormuş gibi yapıyordum herkese.
Bilmediğim şeyler konusunda konuşmaz, bilmediğimi söylemez biliyormuş gibi
konunu etrafından dolanır, hemen öğrenmeye çalışırdım, azıcık fikir sahibiysem
çok şey biliyormuş gibi yaparak sadece bildiğim kısımlarından bahsederdim.
Kendin pişir kendin ye sistemini de o zamanlar bilmiyordum ama bir kaç yol üstü
lokantasında tabelalarını görmüştüm. Hemen fikir yürüttüm, şehir merkezinde
böyle bir tabela görmediğime göre bunların hepsi yol lokantası gibi yerler
olabilirdi. Hem gitmek istiyor hem istemiyordum, şimdi bu kendin pişir kendin
ye nasıl bir şey, ne pişireceğim, ben yeni yeni pilav, çorba yapmayı falan öğrendim onu da annemin notlarından
bakarak ölçü hesabı yapıyorum orada bir şey yapamam diye düşünüyor istemiyor,bir
yandan da hesabı ben ödeyeceğim hizmeti bize gördürürlerse çok pahalı olmaz
diye içimden geçirerek gitmek istiyordum. Bu düşüncelerle ukalalığımı yaptım;
-Uzağa
gideceğiz o zaman, yine dağ yoluna mı çıkacağız?
-Onu
da nerden çıkardın? Dedi. Çok biliyormuş gibi ekledim hemen
-Yakınlarda
Kendin Pişir Kendin Yeci yok ki. Öyle kendimden emin söylüyordum ki
duyan bütün restoranları bilen bir gurme ya da şehre hakim bir taksi şoförü
falan sanırdı beni.
-Yoo dedi gülerek. Ben bir tane biliyorum ve
bayılıyorum, harika bir manzarası var,sessiz sakin sadece su sesi duyuyorsun dere
kenarında kocaman bir yer.
İyice
gerilmeye başlamıştım. Yakınlarda sadece Setbaşı Deresi vardı (Aslında derenin
ismi Gökdere ama o zamanlar benim için Gökdere Eğitime**** giden dolmuşların
geçtiği bir cadde ismi idi yolcular Gökderede kalayım dediğinde dolmuşun
durduğu yer, dere benim için Setbaşı Deresiydi çünkü üstünde Setbaşı Köprüsü
vardı, yeni yeni takılmaya başladığımız Mahfel *****bir yanında, sonradan
takılacağımız Yener Ocakbaşı Mahfelle aynı sırada ama Derenin öbür yanında
Tabipler Lokali de Mahfelin tam karşısında derenin tam üstündeydi sonradan
kütüphane oldu Tabiplerin bulunduğu bina) ve oralarda hiç kendin pişir kendin
ye tabelası hatırlamıyordum.Neyse dedim zaten çok da biliyor sayılmazsın
buraları, öğreneceksin artık yapacak birşey yok. Onun yanından ayrılmak
istemiyordum sonuçlarına katlanacaktım
bir şekilde. Arabaya bindik AVP'nin yanından çıkıp Setbaşına geçtik daha köprüye varmadan Rafet
Mağazalarının****** yanından sağa döndü , DSİ tesislerine varmadan durdu ne
olduğunu anlamadan ben arabadan indi solumuzdaki iki kanatlı demir kapıyı açtı
arabaya bindi içeriye girdi bir apartmanın otoparkı gibiydi burası ama sadece
iki araçlık yer vardı ikinci olarak bizim arabamız park edilmişti.
-Nereye geldik
dedim şaşkınca. Arabadan inerken ;
-Otopark
kapısını kapatır mısın dedi cevap yerine. Sorgulamadan dediğini yaptım
O ise bagajdan aldıklarımızı çıkartmaya başladı.
-Hani
restorana gidecektik dedim. "Restorana geldik zaten" diye
cevap verdi, çıkardıklarından bir kısmını bana vererek.
-Bunları
neden alıyoruz arabadan o zaman diye sordum. Oflayarak;
-Ne
çok soru soruyorsun ya dedi. Birazdan anlayacaksın.Bunun üzerine
hiçbir şey diyemedim. Kaderime razı bir şekilde peşinden ilerledim.Arabayı
çıkış yönüne ters bir şekilde diklemesine park etmişti, diğer araba da öyle
park edilmişti. Zaten girdiğimiz cadde pardon sokak. Arnavut kaldırımı taşlı
dar ama trafiği yoğun kısa bir sokaktı, bir ucu Setbaşı Caddesine diğer ucu
Atatürk İlkokuluna bakıyordu trafiği durdurup geri geri park yerine girmek
zordu.Arabaların önünün baktığı yerde sanırım 3 metre civarında bir yüksekliğe sahip, üzeri yer yer sarmaşıklarla kaplı bir
duvar ve duvarın üstünde de anlamlandıramadığım
bir çatı vardı ve sanki daha çok sadece saçak olması için yapılmıştı.
Arabaların sol tarafında ise 4 katlı bir apartman . Hiç tereddütsüz ezbere
hareketlerle apartman kapısına doğru yöneldi, kare kapı kolunu sola çevirerek
zorlanmadan açtı, metal, mavi gri karışımı kapıyı.Ben hala şaşkınlığımı
atamamıştım etrafıma bakarken azarladı " hadisene ne bekliyorsun". Emri ikiletmedim . İçeri girince hemen kapının
sağında aşağı doğru inen bir merdiven vardı bir iki adım ileride de duvar
dibinden yine solda yukarı doğru çıkan bir merdiven. Bildiğimiz apartman
hollerinden çok daha dar bir holdü 4 kişi bir arada duramazdı holde. Aşağı
doğru inmeye başladı ben de peşinden tabi. Merdivenin bitişinde sağda kömürlük
kapısı gibi derme çatma bir kapı vardı bir kaç adım ileride de bir kapı daha
ama bu yine metal bir kapıydı bu kapıyı da kapı kolunu çevirerek açtı. Ben
çokça merak biraz da korku içinde takip ediyordum nereye gittiğimiz konusunda
hiçbir fikrim yoktu ama bir restorana gitmediğimizden emindim. O kapı o an bana
cennet bahçesi gibi görünen bir bahçeye açıldı. Kapı açılır açılmaz yüzüme
vuran rüzgarı hissettim ve Setbaşı Deresi'nin cılız akış sesi çalındı kulağıma.
Bahçe ışıklarının hafif aydınlattığı karanlıkta sanki dünyanın bütün bitkileri
vardı, çimlerin arasında neredeyse kaybolacak
kare kare taşlardan oluşan bir
yol ve sonunda da o an bana bir Ortaçağ Şatosu gibi görünen Beyaz ahşaptan bol camlı bir ev çıktı karşımıza.Yani tabi ki
O biliyordu o evin orada olduğunu o yüzden benim karşıma çıktı demek daha doğru
olabilir. O yürüyüp eve doğru gitti ben kalakalmıştım bahçeye girdiğimiz
kapının önünde, böyle bir şey göreceğimi hayal bile edemezdim, sanki girdiğimiz
kapı tavşan deliği idi O da Alice ve beni kendi Harikalar Diyarı'na getirmişti.
"Ne duruyorsun gelsene" diye seslendi . Hızlı adımlarla peşinden
yürüdüm. Evin kapısını bu sefer anahtarla açtı içeri girdi ışıkları yaktı hala
ne yapacağımı bilmez şeklide şaşkın şaşkın ortamı inceliyor O'ndan onay almadan
hareket edemiyordum.. Elimden çantaları aldı kapının yanındaki vestiyere koydu
kenara çekilip sağ kolunu filmlerde gördüğüm lüks yerlerin garsonları gibi
kırıp saygıyla eğilerek;
-Restoranımıza
hoş geldiniz, bugün size özel açıldık.
Ben şef garsonunuzum gün boyu servisinizi ben yapacağım, menümüzde
fırında deniz lüferi var. Aşçımız sizsiniz lüfer buzlukta, içecek olarak Martini,
Beyaz Şarap ve Kırmızı şarap var ama ben
Beyaz Şarabı tavsiye ederim Lüferle iyi gider. Aslında rakı daha iyi giderdi
ama ani geldiğiniz için hazırlık yapamadık stoklarımız tükendi. Yine de ısrar
ederseniz gidip alabilirim.
-Rolden çıkıp kendine döndü dişlerinin arasından fısıldayarak
- Israr edersen öldürürüm bu yorgunluğa tekrar
dışarı çıkamam.
O anki
duygularımı kelimelerle anlatmam mümkün değil.Yaşadıklarımı bir Amerikan
romantik komedi filminde görsem yok daha abartsaydınız derdim. Bunun bir ötesi
kadının modern bir krallığın prensesi, geldiğimiz yerin onun şatosu olması ve
birazdan çıkacak beklenmedik sorunlardan benim onu kurtarmam falan olurdu
herhalde. Ama ben o gün sorunlardan kurtarmak yerine sorun
çıkartan çocuktum,çok ciddi sorunlarım vardı bu romantik sahnenin içine edecek.
Bir kere deli gibi yemek seçerim ve asla ağzıma balık sürmezdim, doğal olarak
balık pişirmeyi de bilmiyordum, Lüfer denen canlıyı ilkokulda elektrikli bilgi
oyununda duymuştum sadece, şeklinden bile bihaberdim . İçki içmeye yeni başlamış
sayılırdım, bira içiyordum, rakı, cin ve votkayı denemiştim, cin ve votkayı
sevmemiş, rakı tarafından ise maymuna çevrilmiştim.Şarabı ise deneme şansım
olmamıştı nasıl bir içki olduğuna dair bir fikrim yoktu Martiniyi ise sadece
filmlerden duymuştum.
-Yok ısrar etmem
dedim ürkekçe sanki kendi sesimden korkar gibiydim ve ekledim
-Yalnız ben balık
yapmayı bilmem ki?
-Bir şey yok ya herşeyi hazır fırına koyulacak sadece dedi ama sanırım benim
yüzümdeki korku dolu ifadeyi gördü ve hemen müdahale etti
-Anlaşılan aşçımız hemen su koyverdi. Tamam aşçılık da bende o zaman bu
gece. Ama kaytarmak yok hem aşçı yamağı olacaksın hem de komi. Salata sende,
sofrayı hazırlamak da sende Hadi bakalım marş marş kurt gibi açım..
Son
derece hamarat işe koyuldu ben de arkasından acemi hareketlerle dediklerini
yapmaya başladım. Buzdolabından malzemeleri çıkardım salata yapmayı en azından
teorik olarak biliyordum ve günün en güzel haberi geldi O da soğan sevmiyordu
buna nasıl sevindiğimi anlatmam mümkün değil, geceyi kurtardım diye bayram
yapıyordum soğan olsa salatadan da yiyemeyecektim çünkü. Daha önce elbette
salata yapmıştım ama ellerim hiç pratik değildi bayağı yavaştım, salatanın yağ
ve limon oranını O ayarladı, hala Ondan öğrendiğim aynı ayarları kullanırım
salata yaparken ve en iddialı olduğum mutfak becerisi salatadır. Elbette Ona
balık sevmediğimi, hiç şarap içmediğimi söylemedim ve o günden beri balık yiyorum hatta en
sevdiğim balık da lüfer. Şarapla sonrasında çok haşır neşir olduk ama
Martini'yi o günden beri hiç içmedim. Sevmediğimden değil denk gelmedi. Zaten
sevip sevmeyecek kadar tadını hatırlamıyorum. İçtiğimde çoktan sarhoş olmuştum.
Geriye
dönüp baktığımda o gece kadar romantik,o gece kadar eğlenceli bir gece yaşadım mı emin olamıyorum, şu gün
de öyleydi diyebildiğim bütün anılarımı
kefeye koyduğumda ağır basan hep o gece oluyor. Biz o gece gerçekten arkadaş
olduk, çünkü statülerimiz eşitlendi, o gece birbirimizi tanıdık geçmişimizi
anlattık birbirimize, ufak tefek sırlarımızı paylaşmaya başladık ve sanırım ben
o gece aşık oldum.
Ben
doğmadan 4 yıl önce yıl Almanya'ya göç
etmişler, 9 yaşındaymış daha. 21 yaşına kadar orada yaşamış. Almanya'da
sosyoloji okurken babası iş kazasında vefat etmiş. Aslında harcadığı paranın
bolluğu da oradan geliyormuş biraz, yüklü bir tazminat almışlar, şimdi de hala
hem annesi hem de kendisi maaş alıyormuş Alman hükümetinden. Oturduğu ev de
babasının emeklilik hayali imiş. Büyük Amcası da Almanyada imiş ve otoparkına
park ettiğimiz apartmanı babası amcasıyla birlikte yaptırmış. Apartmanın bu
gizli bahçesinde ki bu evi de kendileri için babası tasarlamış. İlginç bir evdi
burası altıgen betonarme bir bina ama dış cephesini ahşap kaplamışlar ve beyaza
boyamışlar. Etrafında başka bir bina yok ( yani bahçede yok) ve her cephesinde kocaman camlar var.
Girdiğimizde soğuktu ev ama gitti yarı
bodrum gibi bir yere sobayı yakayım diyerek ,hemen de geri geldi ve birazdan ev
bayağı bayağı ısındı. Meğer "fuel oilli kat kaloriferi" varmış evde.
Nasıl havalı gelmişti bu terim bana o zaman.
Küçük amcası da o apartmanda yaşıyormuş. " Çok munis bir adam"
derdi amcası için "etliye sütlüye karışmaz çok az konuşur bu bahçenin
bakımını o yapıyor ama benim için tamamen yabancı biri" diye anlatırdı. O
eve gidip geldiğim 8 ay boyunca pek çok
kez karşılaştım amcasıyla, tanıştırdı da beni. Her karşılaştığımızda selam verirdim O ise başıyla karşılık verirdi
sadece. Sesini duymazdım hiç
Babası
evin her yerini kendi çizmiş, yazları
geldikçe başında durarak inşa ettirmiş"Çok para harcadı babam buraya"
diyor "ama hiç içinde yaşayamadan öldü". Kalan kısımlarını- dış
kaplamasını, kat kaloriferi kazanını diğer ince işçiliklerini falan- O tamamlamış Türkiye'ye dönünce.
Babası
öldükten sonra annesi Almanya'da kalmak istememiş, abisi ve annesi işi, O da okulu bırakmış hep beraber
yurda dönmüşler. Annesi Çanakkaleli olduğu için oraya yerleşmişler, "Annemin
babamın yanında yaşayacağım onların da bana ihtiyacı var" demiş annesi.
Kısa bir süre sonra abisi yapamamış Türkiye'de tekrar Almanya'ya dönmüş O
da DTCF Almanca bölümünü kazanmış okul
bitince de sırf babasının hayali olan bu evde yaşayabilmek için gelip Bursa'da
iş aramış. "Anneme de çok ısrar ettim ama hiç gelmek istemedi" diye anlatıyor
içten içe belirlenen bir öfkeyle, sonra şarabından hızlı bir yudum alarak devam ediyor."Aman
be aslında iyi oldu bu yaştan sonra anneyle yaşamak zor olurdu şimdi daha özgürüm hem de bu saray yavrusu gibi
evde keyfimin sultanıyım" Bursa'da sonradan benim de yollarımın
kesişeceği bir Alman firmasında yönetici asistanı olarak işe başlamış ama bir
yıl sonra ayrılmış "Bana göre değildi kurumsal yaşam"
diyor.
-Her
gün cicili bicili giyin, bir başkasının ajandasını takip et, olmadık şeylerden
azar ye milletin ayak oyunlarını görüp ses çıkarma, yapmacık gülümsemelerin
uzmanı ol yok bana göre değil. Tamam iyi para veriyorlardı ama ihtiyacım da yok
ki sağolsun rahmetli babamdan harcayabileceğimden fazlası geliyor zaten deyip şarabını yudumluyor ardından şarabı
püskürterek kahkahalarla gülmeye başlıyor.
Ben şaşkın gözlerle bakarken hem eliyle yaptığı işaretle özür diliyor
hem de açıklama yapıyor gülmeye devam ederek
-Cümledeki
absürdlüğü fark etmedin mi hem rahmetli diyorum hem sağolsun diyorum sarhoş
oldum galiba. Sen çok yaşa baba dedi
ve kadehini havaya doğru kaldırdı ve tekrar kahkahalarla gülmeye başladı bu
sefer ben de ona eşlik ediyordum. Ne kadar güldük öyle bilemiyorum durup durup
anlamsızca gülüyorduk sanırım gülmekten yorulunca durduk.
-Ortalığı
toplayalım da ben gideyim dedim. Şarap
da bitti baksana. Beyaz şaraptan sonra kırmızı şarabı da içmiştik. İlk
defa içtiğim bu içkiyi o zaman pek sevmemiştim ama içmiştim, o gece ne verse
içebilirdim, ikinci şişeye geçtiğimizde kırmızı şarabın tadını beyazdan
ayırabilecek durumda değildim zaten o içtikçe ben de içtim.
-Hoop oyun bozanlık yok ben sana tüm hayat hikayemi anlattım sıra sende
arkadaşım. Sen daha hiçbirşey anlatmadın. Hem daha Martinimiz var.
-Onu da mı
içeceğiz?
-Ben içeceğim sen
sınıra geldiysen içme alışkın değilsen çarpar.
Böyle
bir laf o kafayla benim için bir meydan okumaydı ve asla bir meydan okumadan
pes ederek çekilemezdim. Zaten biraz
önce, ben kafamda çoktan başka bir seviyeye geçmişken arkadaşım diye hitap etmişti.
Sanki aksi için bir hamle yapabilecekmiş gibi bu laf çok koymuştu sarhoş
kalbime.
- Yoo
dedim ben
içerim, ben senin için dedim az önce sarhoş oldum galiba dedin ya
Kalktı
Martiniyi getirdi açmak için cebelleşirken
-Sarhoş olmayacaksak ne diye içiyoruz ki bu mereti manyak mıyız? dedi. Bu laf o gün bu gündür benim içki
konusundaki düsturumdur. Sarhoş olmayacaksak ne diye içiyoruz ki bu mereti
manyak mıyız? Şimdi yazarken fark ediyorum ne kadar çok dokunmuş hayatıma ne
kadar çok etkilemiş hayatımı.
Ben de
döküldüm hayatımdaki herşeyi. Herşeyi dediysem 19 yıllık yaşamımdaki kayda
değer -ya da değmez- herşeyi anlattım. Yalan, aşklarımı anlattım sadece.
Çocukluk işte kız bana yaşam hikayesini anlatıyor ben ona aşklarımı. Çünkü
beynim o an sadece aşkla meşgul başka birşey gelmiyor ki aklıma. Sır anlatıcam
diye onları anlatıyorum. İlkokuldaki aşkım Yasemin'i ortaokuldaki okul
birincisi Jaleyi, Lİsedeki konuşmaya cesaret ettiğim tek aşkım Nihal'i,
aşık olduğum akrabamı, bir kez beni öpen bir daha da hep kaçan komşu kızını, hatta sene başında etkilenip de
bizimkilerin " bir onun kafasına vur, bir de kaportaya vur aynı ses gelir
hatta kaportadan daha tok bir ses gelebilir diyerek beni soğuttukları Nebahat'i
bile anlattım.Ayık olsaydı o anlattıklarımdan sonra ne işim var bu ergenle
diyerek benimle bir daha görüşmeyebilirdi yüksek ihtimal. Ama çok eğlendi o
akşam hatta kaporta aramızda parola gibi bir espri kaynağı oldu,ne zaman
birimiz bir salaklık yapsa diğeri elini bir zemine vurur kaporta derdi.
Gecenin
sonunu hatırlamıyorum. Masadan kalkmıştık salondaki üçlü kanepede oturuyorduk
ben sürekli ben kalkayım diyordum O ise saçmalama araç yok bu saatte diyordu
benim de kalkacak gücüm yoktu zaten. Son hatırladığım çalan Sezen Aksu
kasetinin bitmesi ve Onun sana bir şarkı dinleteceğim ama Almanca diyerek
kanepeden kalkması. O Almanca şarkıyı dinledim mi dinlemedim mi hiç bir fikrim
yok, bir daha da ne sordum ne O konusunu açtı. Gözümü açtığımda ben o kanepede
yatıyordum başımın altında bir yastık üstümde de bir battaniye vardı, ortalık
toplanmış sanki dün gece hiç yaşanmamıştı.. Başucumda bir sehpa, sehpada bir
sürahi su ve bir bardak yanında da bir not vardı.
" Sabah dersim vardı çıkmak zorundaydım.
Akşamdan kalmasın bol bol su iç (gülme
işareti ama şimdikiler gibi iki nokta bir parantez değil daha çok emojilere
benzeyen minik bir yuvarlak içinde noktadan iki göz ve gülen bir ağız
çizimi) mutfaktaki masanın üzerine
kahvaltılıkları çıkardım kahvaltı yapmadan çıkma. Dolapta yumurta var sağ
alttaki dolapta da cezve istersen yumurta haşla. Kettle tezgahın üstünde kahve
de çıkardım kettleın yanında dolapta portakal var portakal suyu istersen, sıkma
aleti de cezve ile aynı dolapta. Anahtar
kapının arkasında çıkarken al ve kapıyı iki kere kilitle. Ben 4 e kadar
okuldayım bana getir anahtarı. Eğer 4 e kadar gelmezsen hala evde olduğunu
düşünerek eve gelicem ve kapıda kalırsam vururum seni başka anahtarım
yok."
O not
hala ben de duruyor. Üniversiteye başlayınca sanırım uzakta olmanın verdiği bir
güdüyle bana gelen tüm mektupları,
kartları, annemin babamın gönderdikleri
kolilerden çıkan notları, arkadaşlarımla sevgililerimle yazışmalarımı yani bana
gelen verilen yazılı her kağıt parçasını sakladım. Cep telefonu mesajları v
eposta çıkınca saklayacak bir şey de kalmadı, bu koleksiyon da yeni bir parça
eklenmemek üzere dolaba kaldırıldı. Yukarıdaki satırları hata yapmamak için
notu çıkarıp bakarak yazdım.
Dediklerinin
hiçbirini yapmadım (su içmek dışında)ve
çok ciddi azar yedim bunun için. Çıkardığı kahvaltılıkların hiçbirini
sevmiyordum zaten, sadece yumurta yapabilirdim o da zor geldi. Ne kahve severim
kahvaltıda ne de portakal suyu, ben
çaycıyım O da çay için bir şey yazmamış. Zaten kahvaltıda kahve portakal suyu
falan Amerikan filmlerinde görüp yadırgadığımız birşey o zamanlar, şimdilerdeki
gibi genç neslin yarısı güne kahve ile başlamıyor, kettle metıl daha her evin
demirbaşı olmamış, pahalı aletler. Bizimkiler ben üniversitedeyken almışlar ben
daha görmemişim o derece yani. Elektrikli plastik cezveler su ısıtmadaki benim
son teknolojik noktam onu da kullanmıyorum evde, ev arkadaşım kullanıyor .
Kahvaltı
yapmamıştım ama evde bayağı vakit geçirmiştim. Evin her tarafını gezmiş
özellikle onun yatak odasında vakit geçirmiştim.Ev çok düzgündü ama yatak odası
dağınıktı. Çıkardığı pijamalar çamaşırlar ortalıkta, yatağı çıktığı gibi
dağınıktı. Sanki her şeyin yeri hafızasındaymış gibi yakalanma korkusuyla
hiçbir şeye dokunmuyor, dayanamayıp dokunduklarımı ise eski yerine eski şekli
ile koymaya özen gösteriyordum. Sonunda kendimi, yatağını, dolabını çıkardığı
kıyafetleri koklarken bulunca kendimi dışarı attım, ben iyiden iyiye abayı
yakıyordum bu kendimden 13 yaş büyük
genç kadına.
Pazartesi
Çarşamba Cuma,tiyatro çalışmam vardı ve 9 a kadar sürüyordu. Şansımıza onunda
Salı günü üçe kadar Perşembe günü de öğlene kadar dersi vardı. Ben zaten okula
gitmiyordum, hatta sınavlara bile tek tük giriyordum o sene. Salı Perşembe
akşamları hep beraberdik. Bazen Onda kalıyordum ama çoğunlukla eve dönüyordum.
Onda kaldığım akşamları ev arkadaşlarıma anlatmam daha kolaydı, Gemlikteki
halama gittim diyordum, ama akşam döndüğümde hep bir yalan bulmak zorundaydım.
Bir hafta sonu Bursa'da kalıyor bir hafta sonu Çanakkale'ye annesinin yanına
gidiyordu. Bursa'da olduğu hafta sonlarımız da birlikte geçiyordu, ender olarak
bazı hafta sonları Bursa'da olduğu halde uygun değilim demişti, ben de hiç
sorgulamamıştım çok merak etsem de neden uygun olmadığını.
Tam
bir çift olmuştuk, beraber geziyor, sinemaya gidiyor, evde film izliyor, yemek
yapıyorduk. O bana şoförlük pratiği yaptırıyor, yemek yapmayı öğretiyor , (Almanca öğretmeyi
de denedi ama başaramadı), ben de ona derslerde kullanması için diyafram
kullanmayı öğretiyordum(daha doğrusu ben de yeni öğreniyordum çalışmalarda
öğrendiğimi ona da gösteriyor birlikte yapmaya çalışıyorduk). Aramızda
cinsellik yoktu ama birisi bizi hele onun evinde gözlemlese olmadığına
inanmazdı. O aşırı rahattı ben de ona ayak uyduruyordum. Film izlerken
dizlerime yatardı ben saçlarını okşardım, arabayla bazen dağ yoluna bazen
Mudanya'ya Yıldıztepeye gider piyizciler gibi bira içerdik omzuma yatar bazen
içi kaynar "sen çok tatlısın ya iyi ki o gün seksek oynamışım
bahçede" der yanağımdan öperdi. Duştan sonra yarım havluyla salona gelir,
saçlarını tarar bazen açamayınca bana taratırdı. Yanımda giyinmekten
soyunmaktan hiç çekinmezdi. 19 yaşındaydım daha ilk oyunumuzu sahnelememiştik
bile, bu tarz bir arkadaşlığı
görmemiştim,bizim oralarda böyle değildi ama O Almanya'da büyüdü
oralarda böyle herhalde diye düşünerek hemen kabullenmiştim. Ben de onun kadar
rahat davranmaya çalışıyordum. Eğitimdeki evimizde banyo yoktu, banyo yapmak
için hamama ya da sıhhi banyo denilen minik bir odada duş ve dinlenme yeri olan
öğrenci hamamlarına giderdik. O zamanlar Bursada pek çoktu onlardan. Bunu
öğrendiğinde oralara gitmemi yasakladı "Koskoca ev burada banyo yaparsın
ne işin var oralarda" deyip, sonra gülerek eklemişti "Yumurta gibi
çocuksun tecavüz mecavüz ederler oralarda deli misin" Çok bozulmuştum bu
yumurta lafına, ne alaka falan diye kem
küm etmiştim ama fazla uzatmamıştım
çünkü Onun evinde banyo yapmak yumurta lafının kırıcılığından daha ağır basmıştı.
Hem o ismi sıhhi kendisi ise hiç sıhhi olmayan banyolardan kurtulmak vardı işin
sonunda, daha da önemlisi "Onun" evinde banyo
yapmak. Bir nevi ev arkadaşı olmak
gibiydi bu. Bir süre sonra bornozumu şampuanlarımı falan taşımamaya başlamış
Onun banyosuna bırakmıştım. O günden sonra kendimi iki evim varmış gibi
hissediyordum biri herkesin bildiği Eğitimdeki banyosu olmayan,tuvaleti bahçede,zeytin
deposuna bitişik farelerle paylaştığımız evim,diğeri ise Setbaşı'nda dere
kenarında, dışarıdan görülmeyen, herkesten gizli arkadaşımla paylaştığım gizli
evim. Hiç tiyatro ya da konser gibi
bizim tayfanın da orada olma olasılığı olan yerlere gitmiyorduk ve bunu
aramızda hiç konuşmamıştık, konuşmadan üzerinde anlaşılan bir kural gibiydi bu.
Bir kez Onu Tofaş Fenerbahçe basket
maçına götürmüştüm, sporla pek ilgisi yoktu Galatasaray'a o dönemlerde başlayan Avrupa başarılarından
dolayı biraz sempatisi vardı hem o yüzden, hem de bana gıcıklık olsun diye
Tofaşı desteklemişti maç boyu. Bir de Tofaşlıların arasındayız O her baskette
bağırıyor ben Fenerbahçe'nin attığı basketlerde susuyorum mecburen. Nasıl
eğlenmişti. Biz kazanmıştık ama O beni kızdıracak başka bir şey daha bulmuştu
Tofaşlı oyunculardan Tolga'yı gösterip gösterip ne yakışıklı çocuk di mi, Maç
sonunda gidip tanışsak mı, sevgilisi var mıdır acaba gibi sorularla beni
kıskandırıyor Tolganın her basketinde iki katı bağırıyordu. Ben de
kıskançlıktan çatlasam bile güya hiç hissettirmiyor, olur çıkışta bekleyelim
istersen falan gibi soğuk yarım ağız cevaplar veriyordum ama kazanmamıza rağmen
bütün keyfim kaçmıştı. O da bunun farkındaydı ve benim durumumla eğleniyordu
bayağı bayağı -sonradan anlatmıştı bana
kasten yaptığını- maç bitiminde önümüzdeki bir adam dönüp de ;
-Tolga arkadaşımdır hanfendi beklerseniz tanıştırabilirim dediğinde
ikimiz de ne yapacağımızı şaşırmıştık.
-Şeyy diyerek
çapkın bir gülüşle bana baktı yüzümdeki dehşet ifadesini görünce sanırım, adama
döndü;
-Yok
sağolun biz arkadaşla şakalaşıyorduk sadece
deyip beni kolumdan tuttuğu gibi iterek çıkışa doğru yönlendirdi,adamın cevabını bile
beklemeden. Dışarı çıktığımızda o yine kahkahalarla gülüyordu ben ise
gülemiyordum.Gururum incinmişti. İçten içe aşık olduğum ve nerdeyse sevgili
gibi takıldığımız kadının yanında bir adamın gelip böyle bir şey demesi çok
canımı sıkmıştı. Beni öyle görünce sustu yüzüme yaklaştı ;
-Komik değil mi
ama?
-Bana komik
gelmedi. Gülümsedi
-Kıskandın sen
-Ne kıskanıcam.
Ama aramızdaki konuşmaları bütün tribünün dinlemesi gerekmiyor , gereksiz yere
bağıra bağıra konuşuyorsun.
-Orası tribün
canım bağırmazsam kendimi bile duyamıyorum.
-Ben de bütün
tribünün senin bir adamı beğendiğini duymasından hoşlanmıyorum.
-Duysunlar ne
olacak sen benim arkadaşım değil misin?
Konu
tehlikeli yerlere doğru gitmeye başlamıştı hızlıca
-Evet arkadaşınım
dedim. O ise hala işin dalgasındaydı ;
-Eee arkadaş
arkadaşın pezevengidir diye bir laf yok mudur? Birden kan beynime sıçradı
hırsla;
-Ben senin pezevengin değilim diye çıkıştım. Bir anlık sessizlik oldu, haklı
olduğum bir konuda yine haksız konuma düşmüştüm hemen çark ettim.
-Öyle demek istemedim
-Neyle demek istemedin?
-Yani o manada demek istemedim
sana şey demek istemedim.
-Ne? Orospu mu? Öyle bir şey diyeceğini düşünmemiştim zaten. Keşke senin
de aklından geçmeseymiş.Konuştukça batıyordum. Buz gibi
bakıyordu bana karnım ağrımaya ağzım kurumaya başlamıştı vücudum panik içindeydi ama ben hareketsiz
bakıyordum damarlarımda kan yerine Onu kaybetme korkusu dolaşmaya başlamıştı ve
öldürücü darbeyi vurdu
-Bak nasıl
davranacağım konusunda kimseye hesap vermek zorunda değilim. Ne kocamsın ne
sevgilim, ne babamsın ne abim. Kaldı ki kim olursan da fark etmez hareketlerimi
kimseye sorgulatmam istersem şimdi gider o adamı bulur o basketçiyle tanışır
hatta geceyi onunla bile geçirebilirim bu ne beni orospu yapar ne seni
pezevenk. Sen bazı şeyleri yanlış anlıyorsun galiba
10
Şubat 1993 ilk kavgamızı yapmıştık. Arkasını döndü arabayı park ettiğimiz yere
doğru yürümeye başladı. İçimden delicesine dönüp arkamı gitmek, acayip trip
atmak geliyordu ama son söylediği söz de beynimde yankılanmaya başlamıştı
"sen bazı şeyleri yanlış anlıyorsun galiba" kaybediyor muydum Onu? Bu
rüya gibi arkadaşlık sona mı ermişti? Haddimi bilmeden sevgilisi mi sanmıştım kendimi?
Her şeyi mahvetmiştim işte. Bu iki duygu yay gibi germişti beni, sanki biri bir kolumdan Çarşamba tarafına doğru çekiyor; "yürü git bu
davranışı hak etmiyorsun, sen haklısın, yanında gezdirdiği süs köpeği değilsin
duygularınla bu kadar oynayamaz " diyordu.Diğeri ise Onun peşine Stadyumun
altındaki arabayı park ettiğimiz alana doğru çekiyor " saçmalama sakın
hemen peşinden koş özür dile. Kız haklı sen kimsin ki O'na hesap sormaya
kalkıyorsun, al işte artık samimiyetinizi de kaybettin eğer çekip gidersen bir
daha O'nu göremezsin bile" Ben
bu denk kuvvetlerdeki iki çekiştirme
yüzünden hiçbir yere hareket etmeden acı içinde kalakaldım orada O ise çoktan
arabanın yanına varmıştı. Sesiyle irkildim birden;
-Gelmeyecek
misin dondum burada.
Saat
18:30 civarıydı maça girerken aydınlık olan hava kararmıştı ve gerçekten
insanın içini donduran bir ayaz vardı. Seslenmesiyle
birlikte beni çekiştirip duran diğer iki ses kayboluverdi
-Açsana arabayı
Tamamen
unutmuştum arabayı ben kullanmıştım gelirken, anahtar da bendeydi. Hemen
koşarak yanına gittim Koşarken anahtarı çıkarıp uzatmaya başlamıştım bile, beni
eliyle şoför mahalline yönlendirerek anahtarı
kabul etmedi
-Sen kullan
donuyorum ben.
O kadar buyurgan ve doğal bir şekilde
söylüyordu ki, sanki az önce kavga eden biz değildik. Trip bile atamıyordum.
Dediğini yaptım arabayı açtım ve kullanmaya başladım ama kararlıydım yanına
gitmiş olsam da kalbim kırılmıştı ve bunu hissettirecektim, buz gibi bir
ifadeyle sordum
-Nereye gidiyoruz?
-Eve gidelim çok
üşüdüm başka bir etkinlik yapmak istemiyorum. Aç mısın sen ondan mı sordun?
Tabi köfte ekmek kesmemiştir seni, evde yeriz bir şeyler.
-Yok ben seni bırakayım eve giderim
-Saçmalama ne
yapacaksın evde tek başına?
Cevap
vermedim.
-Çocukluk yapmayı
kes lütfen.Götün donar o evde bu gece kar yağacakmış.
Haklıydı
sömestrdeydik ev arkadaşlarım ailelerinin
yanına memleketlerine gitmişti.(Bize
yeni taşınan yurttan bir oda arkadaşımız ile ev arkadaşı sayım ikiye çıkmıştı. Bu çok
iyi olmuştu artık evde olmadığım zamanlar daha az sorgulanıyordu.Sık sık da
evde olmadığım için o ikisi bayağı samimi olmuşlardı ben ise yavaş yavaş evde
dış kapının mandalı olmuştum.O yıl sonunda onlar farklı eve çıktılar zaten) Ben aileme tiyatro çalışmalarını bahane ederek
kalmıştım. Gerçekten de tiyatro çalışmalarımız vardı ama benim kalmamı
gerektirecek bir durum yoktu. Bursa'da olanlarla hafta sonu çalışacaktık sadece
.Onun da burada kalacağını bildiğimden özellikle gitmemiştim hatta tiyatro
çalışmaya ekibi ben zorlamıştım, aileme
karşı biraz da olsun vicdanımı rahatlatmak için. Ve evimiz buzhane gibiydi, yalıtım
sıfırdı dışarıda sert bir rüzgar esse okuduğumuz kitabın sayfası çevrilirdi
üstelik sobalıydı,sobamız kurulu olmasına rağmen yakacak bir şeyimiz yoktu tek ısınma
kaynağımız sadece kendini ısıtabilen bir katalitik sobaydı kimse yok diye onun
da tüpünü yenilememiştim.Bütün bunları biliyordu. Evimize hiç gelmemiş olsa da,hayatımı
an be an anlattığım için beni nerdeyse
benden iyi tanıyor, hayatımdaki her şeyi biliyordu. Bu yüzden doğru dürüst
tafra yapamadan evine gittik. "Ne
yapalım" diye sordu "Makarna haşlayım mı, buzlukta köfte de
var" "Aç değilim" diye
cevap verdim."Emin misin" dedi "Köfte ekmek kesti" diye
ruhsuzca cevap verdim. Kendime kızıyordum ama yine de böyle soğuk davranmaktan
alıkoyamıyordum kendimi. Oysa o barış çubuğunu uzatmıştı ve ben normalde hiç
küs kalamazdım. Küs de değildim zaten tıpış tıpış her dediğini yapmış hiçbir şeyi
ikiletmeden yine onunla gelmiştim.
Aslında biraz da bu dirençsizliğime idi öfkem. "Sen bilirsin" deyip ekledi.
"Ben çok üşüdüm sıcak bir duş almak istiyorum, kaloriferin ayarını biraz
yükseltir misin? İyi ki çıkarken kapatmamışız evi tekrar ısıtmakla uğraşamazdım
şimdi"
Duşa
girdi, dediklerini yaptım. Aslında acıkmıştım gidip bir çay koyayım abur
cuburla yeriz diye düşündüm ama vazgeçtim hemen, açlıktan ölsem de geri adım
atmayacak pasif direnişimi sürdürecektim. TV'yi açtım ne izlediğimi
hatırlamıyorum zaten daha 1-2 tane özel kanal yeni açılmıştı öyle aman aman
seçecek bir şey yoktu boş boş izliyordum işte. Banyodan çıktı havlusuyla salona geldi bir elinde mavi iğne dişli
tarağı vardı, ne isteyeceğini anladım bu en sevdiğim şeydi. Televizyona baktı
ve hiç düşünmeden gitti düğmesine basarak kapattı. "İzliyordum"
diyerek suratsızca karşı çıkacak oldum olağanüstü sevimliliği ile bana
"şşşt" diyerek sus işareti yaptı ve "yakala" deyip elindeki
tarağı attı . Çıplak ayakları ile sekerek hole geçti ve hemen el çantasıyla
döndü. TV'nin altındaki müzik setine yöneldi , çantasından bir kaset çıkardı
kasetçalara koyup çalıştırdı ve yanıma geldi oturduğum kanepenin önüne yere
oturdu. Kıvırcık dalgalı saçlarını tarayarak açacaktım.
Benden
bunu ilk istediğinde elim ayağıma dolanmıştı.Aşık olduğum, hayran olduğum kadın
banyodan çıkmış yarı çıplak bir şekilde önüme oturmuş, elime bir tarak verip
saçlarını açmamı istiyordu. Yapmamı istediği şeyi daha önce hiç yapmamıştım.,
üstelik 19 yaşında bir delikanlıydım hormonlarıma engel olamıyordum ve O bunu
fark edecek diye de ödüm kopuyordu, bütün bunlara hiç kimsenin saçında O'nun
saçındaki kadar güzel kokmayacağına inandığım şampuan kokusunun anında etki
eden sarhoşluğu eklenince film kopmuştu, panikle iğne dişli tarağı saçlarına
geçirdiğim gibi işini düzgün yapmak isteyen insanların kararlılığıyla aşağı
doğru kuvvetlice çekmiştim.Sanki güç denemesi yapıyordum ben kuvvetli çekince
bütün saçlar sorunsuzca açılacaktı aklımca. Ondan gelen çığlıkla neye
uğradığımı şaşırıp tarağı elimden bırakmış ani bir refleksle bacaklarımı
koltuğa çekerek vücudumu saklayacak bir siper haline getirmiştim bunu yaparken
de bacağımı yüzüne çarpmıştım. Daha kötü olamazdı. Önce yaşadığı acının
etkisiyle sıkı bir azar yemiştim.Ardından saçın nasıl acıtmadan açılacağını
uygulamalı olarak bana öğretmişti. Bu kadar basit bir fizik kuralını
düşünemediğim için kendime kızmış ama klasik erkek bilgi ve beceri eksikliğinin
arkasına sığınarak kendimi aklamaya çalışmıştım.
O ilk
günden bugüne bayağı uzmanlaşmıştım bu
konuda. Normalde pasif direnişime devam etmem gerekirdi ama O'na hiç söylememiş
olsam da bundan ne kadar keyif aldığımı biliyordu. Bu konuda söylediğim en
cüretkar şey sanırım saçlarının kokusuna bayıldığımdı. Yani aslında saçlarının
dememiştim tabi saçlarından gelen şampuan kokusuna bayıldığımı söylemiştim
biraz daha yumuşatarak. Elbette gelen bu ikinci barış çubuğunu geri
çeviremeyecektim belki çok küçük bir naz yapabilirdim ama tam oturduğu anda
kasetin başındaki boşluk bitmiş ve ilk nağmeler kulağımıza gelmeye başlamıştı.Kulaklarıma
inanmıyordum kasetçalarda Ezginin Günlüğü çalıyordu. Onun evinde hiç Ezgi'nin
Günlüğü kaseti yoktu. Ona Ezginin Günlüğü'nü ben öğretmiştim. Öğretmiştim
dediğim bahsetmiştim sadece. Şimdiki
gibi internet yok istediğin parçayı telefonu açıp youtubedan dinletemiyorsun.
Çok sevdiğimi, tiyatro provalarında müzisyen arkadaşların sazla gitarla
çaldığını falan anlatmıştım, hatta bir kaç kez Dut Ağacı'nı söylemeye
çalışmıştım olmayan kulağımla. Evden getireceğim sana dinleteceğim derdim ama her seferinde unuturdum.Radyolarda da
çalmazdı ki o zaman Ezginin Günlüğü,
tesadüfen denk gelsek . Yani benden dolayı böyle bir grubun varlığından
haberdar olmuştu ama hiç dinlememişti.Çocukça heyecanlanmıştım az önceki bütün
negatif duygularım kaybolmuştu. Tiyatro
Grubunun o zamanki favori şarkısı " Bekliyorum Gelmiyorsun" fonda
çalıyordu, ben aşık olduğum kadından
yayılan dünyanın en güzel kokusu eşliğinde Onun saçlarını tarıyordum. O an için
biri sorsa sonsuza kadar o anda kalmayı kabul ederdim kuşkusuz.
-Nerden
buldun bunu? diye sordum coşkuyla
-Satın
aldım.
- Ne zaman? Bugün mü? Ne ara?
- Maçtan önce Burç'a******* uğradık ya sen iç kısımda kitaplara bakarken
rafta gördüm ve sana sürpriz yapmak için aldım.Baktım senin getireceğin yok.
Alayım da dinleyim bari bu adamın bu kadar sevdiği ne varmış bu grupta diye.
- Doğru söyle bir daha söylemeye kalkmayım diye aldın di mi?
-Yok canııım senin söylemen de ayrı güzeldi tabii dedi sesini hafif alaycı bir
tona alıp gözlerini yukarı doğru kaldırarak. Sırtı bana dönüktü ama karşısında
duran dolaplı müzik setinin cam kapağından yansımasını görebiliyordum.Birden
başını döndürüp gülerek ve son derece sevimli bir şekilde
-Evet be o yüzden aldım. Bir daha sakın şarkı söyleme çok kötü sesin var
-Sesim kötü değil kulağım yokmuş benim dedim, eğlenerek.O sene oyunda
iki kelimeden oluşan bir serenad söyleyecektim ve bütün müzik bölümü bana onu
söyletebilmek için seferber olmuştu. Sonunda çok şaşırarak hiç kulağımın
olmadığını kabullenmişlerdi. Ben de sanki övünülecek birşey gibi bu bilgiyi
satıyordum her yerde.
- Her
neyse işte kötü şarkı söylüyorsun ama o yüzden almadım kötü de söylesen
dinlerim ben seni merak etme. Ama artık sen de bu evde yaşıyor sayılırsın,
senin de zevklerine göre bir şeylerin burada olması lazım. O kadar
mutlu olmuştum ki sarılıp öpmemek için çok zor tutuyordum kendimi. Aynı duyguyu
hatta çok daha azını O yaşasa hiç çekinmez öperdi beni yanağımdan ama ben
yapamıyordum ne Onun kadar rahat ne de cesurdum.
O
kadar keyif alıyordum ki andan, bitmesin diye olabildiğince yavaş açmıştım
saçlarını hem şarkıları dinliyor hem yorum yapıyorduk. Çok sevmişti Ezginin
Günlüğü'nü hatta o günden sonra benden daha büyük fanı olmuştu. Bu da ayrı
mutlu etmişti beni. Birden ;
-Dondum ya dedi.
Ne kadar uzun sürdü. Ben üstüme birşeyler giymeye gidiyorum . Kalktı giyinmeye gitti.
Büyülü anım bitivermişti sanki. Kasetin A yüzü bitti, değiştirdim. Siyah
kadifemsi bir dokunuşu olan eşofmanlarıyla aşağı indiğinde "Bilinmeyen Ülke" çalıyordu. " Beni, bu yiğit delikanlıyı gençliğin
ateşi sürükledi sana, Bir de başımdaki şarap dumanları" diye
dolduruyordu Emin İgüs'ün yumuşak sesi salonu. Bana baktı ve direkt mutfağa
geçti birkaç dakika sonra elinde bir Kırmızı
Buzbağ şişesi, tirbuşon ve iki kadehle geldi.
-Madem Şarap
Dumanları getirmiş seni buraya şarap içelim o zaman delikanlı..
Hiçbir
şeye hayır diyecek durumda değildim
artık, süngüm tamamen düşmüş pamuk gibi olmuştum. Şarabı açtık içmeye başladık
yanında başka bir şey de yoktu sadece şarap ve Ezginin Günlüğü. İlk kavgamızın
ardından çok güzel bir akşam yaşıyorduk. Özür diledi benden, sadece biraz
eğlenmek istediğini ama amacını aştığını söyledi, benim asıl takıldığım noktaya
değinmedi elbette ama bu da yetmişti bana. O gece ortamda olağanüstü bir cinsel
gerilim vardı resmen sevişme öncesi kurlaşma yaşıyorduk ya da ben öyle
sanıyordum. Yok sanmıyordum kesinlikle öyleydi, daha sonradan hiç konuşmadık o
gece üzerine o yüzden Onun ağzından doğrulayamadım bunu ama biliyorum
öyleydi.Kanepede O bana dönmüş bağdaş kurarak oturuyordu ben de ona doğru
ayaklarımı toplayarak oturuyordum önümüzdeki sehpada şaraplarımız duruyordu.
Birbirimizin gözünün içine bakarak konuşuyor, bir kulağımız şarkılarda bazen
onlardan konuşuyor, bazen unutuyor müziği, birbirimize odaklanıyorduk, kahkahalar atıyor
konuşurken sürekli birbirimizin koluna omzuna hiçbir gerekliliği olmayan dokunuşlar
yapıyorduk. En ufak espriye abartı ile gülüyorduk hele O'nun kendinden geçip başını omzuma doğru yaslayarak
güldüğü anlarda kendimi öyle özel hissediyordum ki, aynı kadın bir kaç saat
öncesinde beni dünyanın en mutsuz insanı yaparken bir kaç saat sonrasında
da en mutlu insanı yapmayı beceriyordu.
Çok sonra öğrenecektim bunun bana özgü
olmadığını, aşık insanların aşık oldukları insanlarla ilgili yaşadıklarının hep
uç noktalarda hislere sebep olduğunu, bir gülüşle bulutların üzerine çıkarken, maksadını aşan bir sözle yerin ayaklarının altından kayabildiğini.
Seni Düşünmek başladı teyipte introyu duyunca
sustum şarkıyı onun da dinlemesini istiyordum. Nazım'ın dizeleri hislerime tercüman olacak diye umuyordum. Emin
İgüs "Seni düşünmek güzel şey" diye başlayınca o da sustu birden,
Seni düşünmek ümitli şey/ Dünyanın en güzel sesinden/ En güzel şarkıyı dinlemek
gibi bir şey.En can alıcı yerine gelmişti söylenecek kısmın benim de hislerim
olduğunu anlamasını istercesine yüzüne karşı
- ama bana değil kasetçalara bakmaya başlamıştı tüm dikkatiyle- şarkıya
eşlik etmeye başladım. Fakat artık ümit yetmiyor bana/ Ben artık şarkı dinlemek
değil/ Şarkı söylemek istiyorum. Ama daha sonuna gelemeden müdahale etti;
-Susss!!! Çok bozulmuştum birden. Yine de
keyfimi bu gece bir daha bozmaya niyetim yoktu. Şakaya vurdum;
-Hani sesim kötü de olsa dinlerdin beni..
-Yine dinlerim ama bırak bunu Ezginin Günlüğü söylesin sonra sen yine
söylersin. Yerinden kalktı, kasetçalara gitti.
-Tekrar dinlemek istiyorum sardıracağım. Bu şiiri çok severim ben, alırken Seni Düşünmek'in bu Seni Düşünmek
olduğunu bilmiyordum.
Şarkıyı
başa sardı, teybin başında dinledi tekrar hiç ses çıkarmadım, ipnotize olmuş
gibiydi.
-Bir şarkının bir şiirin sözlerini bu kadar güzel yansıttığına daha önce
hiç rastlamamıştım
dedi.
-Ezginin
Günlüğü hep böyledir dedim bilgiççe Onların özelliği bu diye
bir şeyler geveledim ağzımda,benim sevdiğim grubu beğenmesinden dolayı gururlu,
az önce hissettirmek istediğim şeyin yarım kalmasından dolayı buruk. Kaset çalarında
bana o zamanlar uzay teknolojisi gibi gelen şarkı atlatma ve aynı parçayı
tekrar etme gibi özellikler vardı.
Tekrar tuşuna bastı ve dönüp ;
-Bu gece hep bu parçayı dinlesek olur mu? Dedi olağanüstü tatlılılığı
ile. Sormuş ama sormadan kararını vermiş tuşa basmıştı zaten.
-Elbette
dedim, Ben de çok severim bu parçayı. Yanıma geldi kalan şarabını bir
dikişte bitirdi. Yenisini doldurmak için şişeyi aldı ama bitirmiştik şişeyi,
benim elimdeki kadehe baktı şeytani bir gülümsemeyle kadehi elimden aldı ve onu
da bitirdi. Sonra eğilip yanağıma bir öpücük kondurdu;
-Teşekkür
ederim... Kanepeye uzandı başını her zaman yaptığı gibi dizlerime
koydu gözlerime baktı;
-Şarap
için mi?dedim
-Hayır Ezginin Günlüğü ile tanıştırdığın için dedi. O kadar güzel bakıyordu
ki.Belki de O da aynı şeyleri düşünüyordu, O'nun söylemek istediği şarkı da
benim diye geçirdim içimden, belki O da benim kadar çekiniyordu, belki bu
şarkıyı bu kadar sevmesi O'nun da bana aynı mesajı vermek istemesindendi. O'nu
öpmeliydim tam da şimdi şu anda O'nu öpmeliydim; dizlerimde yatıyor, sevgiyle
bana bakıyordu,saçlarını okşuyordum, başımızda şarap dumanları ve fonda Ezginin
Günlüğü, "şarkı söylemek" için daha güzel bir zaman olamazdı. Bir
anda kulaklarımda maçtan sonra söylediği söz çınladı "Sen bazı şeyleri
yanlış anlıyorsun galiba... Sen bazı şeyleri yanlış anlıyorsun galba... Sen
bazı şeyleri yanlış anlıyorsun galiba.." Yapamazdım O'nu kaybedemezdim .Ya
gerçekten yanlış anlıyorsam, O'nun sevgisini, aşkını kazanacağım derken ,ya tamamen kaybedersem. Maçtan sonraki kavgamızda
bir demir pençe gibi midemi sıkıştıran korku, geldi oturdu içime ansızın. O kadar korktum ki kazanmaktansa hiç
kaybetmemeyi tercih ettim.
İlişkimizin
belki de en güzel zamanlarıydı o sömestr.. Sömestr bittiğinde daha az görüşmeye başlamıştık. Tiyatro
provaları sıklaşmıştı.27 Mart Dünya Tiyatro Günü'ne oyunumuzu yetiştirmek istiyorduk ama 27 Mart
Ramazan Bayramından sonraki ilk gündü. Kimse gelmez diye 3 Nisan yapalım dedik.Her
gün prova almaya başlamıştık ve geç saatlere kadar sürüyordu provalar. Eğitim Fakültesi'nden oyunun sahneleneceği
Fethiye Kültür Merkez'ne******** alınmıştı provalar. Burası o zamanlar şehrin bayağı dışında idi.
Eğitim'den çift vesait.Heykelden bir otobüs ama saatte bir geçiyor ve son araç
20:30 da. Biz çıkıyoruz provadan en erken 22:00de.Fethiye'den o saatte
Setbaşı'na gitmem en iyi ihtimal bir saat. Gidip ne
diyeceğim habersiz, ben geldim sürpriz mi?Sevgilim değildi ki gönül
rahatlığıyla haber verme ihtiyacı duymadan kapısını çalayım. Hadi gittim
diyelim ev arkadaşlarıma ne diyeceğim nasıl açıklayacağım, o saatte Gemlik'e
gittim yalanını kimse yemez. Cep telefonu yok, mail yok, işin kötüsü onun
evinde telefon da yok. Bir kez almak
için başvurmaya çalışmış "PTT binasında oradan oraya gitmekten canım çıktı
vazgeçtim. Acil bir şey olursa amcamlardan ulaşırlar bana. Ben de istediğim
zaman jetonla ararım kimi arayacaksam" demişti. Artık hiç göremiyordum
Onu. Salı Perşembe Eğitim Fakültesi'ne
gidip erken çıkmasından faydalanıp görmeyi planlıyordum ama, tiyatro Kulübü ile
sürü halinde takılmamız buna engeldi. Ekibin yarısı Eğitim Fakültesinde
okuyordu , kapıdan girdiğin anda birilerine rastlıyordun. Herkes kendileri için
geldiğimi sanıyordu. Biraz sonra da provaya gidileceği için hemen nasıl
gidileceği planlanıyordu. Ne vardı sanki baştan hiçbir şeyi saklamasaydım
herkese anlatsaydım. Olmazdı kesin Onun kulağına kadar giderdi bu yüksek lisede
aşık olduğum ve her şey biterdi. Oyunu 3 Nisan'a yetiştiremeyeceğimize karar
verdik araya bayram girecekti çalışamayacaktık daha doğrusu biz çalışma kararı
almıştık ama yönetmenimiz bayramda çalışmaya gelemiyordu. 15 Nisan'a ertelendi.
Buna en çok üzülen bendim herhalde. Onu nerdeyse 20 gündür göremiyordum, araya
bayram girecekti zaten, üstüne bir 15 gün daha görememek
hatta haberleşememek cehennemi yaşamak gibi geliyordu ve kendi kendime
yaşadığım bu trajediden Onun haberi yoktu. Sonunda şansım yaver gitti.Bahçede bir tanıdığa
rastlamadan Onu ilk kez gördüğüm Oditoryumun içinden geçip tırmanarak Yabancı Diller
Bölümü'nün otoparkına ulaşabildim 18 Mart Perşembe'ydi. saat 12'ye 10 vardı
birazdan dersten çıkacaktı ama tabi öğrenciler de çıkacaktı. Allahtan yabancı
dillerde çok tanıdık yoktu. Otoparkın karşısındaki ağaçların arasından
arabasını kesmeye başladım. Saklanmıyordum ama kimsenin dikkatini de çekmemeye
çalışıyor bir tanıdıkla göz göze gelmemek için kimseye bakmamaya çalışıyordum.
Sanki bir yıl geçmişti ve hala ortada yoktu iyice huzursuzlanmaya başlamıştım ki
kapıda göründü. Yanında başka bir hoca
vardı ve birlikte iniyorlardı ama artık umurumda değildi arabasına doğru
yürüdüm .Tam arabanın yanına gelirken beni gördü mink bir çığlık attı , kalan
kısa mesafeyi iki adımda koşarak sarıldı;
-Nerdesin
sen, öldüm meraktan valla provana gelecektim artık nerdeyse, (arkadaşına
dönerek) sana bahsettiğim kaçak arkadaşım bu.
Bizi
tanıştırdı İngilizce bölümünden bir öğretim görevlisiymiş yeni gelmiş okula
falan anlattı bir şeyler dinlemedim
tabii, ismini bile hatırlamıyorum benim için "nerden çıktı şimdi bu"
dan başka bir anlam ifade etmiyordu. Bir de "sana bahsettiğim kaçak
arkadaşım" kısmından, demek ki benden birilerine bahsediyordu oysa ben
kimseye söz etmemiştim O'ndan. Benim için "bakma böyle toy göründüğüne
benden olgundur kendisi" dedi arkadaşına.Bunu kendini temize çıkarmak için
mi söyledi yoksa gerçekten mi öyle düşünüyordu bilmiyorum ama çok
gururlanmıştım bu söyleyişten. Arkadaşını Eğitim Caddesinde evine bıraktık.
Sonra da daha önceki Perşembe rutinlerimiz gibi Yeşil'e doğru yönlendirdi
arabayı.
-Çok uzaklaşmasak diye söze girdim 5 te
Fethiye'de olmam lazım prova var. Heykel tarafından çok zor oluyor oraya
gitmek. Santral Garaj tarafına gidersek daha çok vaktimiz olur minibüse biner
geçerim.
-Ben bırakırım
seni merak etme.Eee anlat bakalım yoksun
ne zamandır. Dedim bunun ya başına bir şey geldi, ya da sevgili falan
yaptı unuttu beni. Başka türlü bu kadar boşlamazdı,
en azından özlerdi, nerdeyse 1 ay oldu görüşmeyeli.
Kıpkırmızı
kesilmişim sonradan söylediğine göre o
anda, hemen savunmaya geçtim;
-Yok canım ne
sevgilisi, biliyorsun provalar her gün yapıyoruz artık,bir de Fethiye'de olunca
erken gidiyoruz çıkışına yetişemiyorum. o yüzden. O kadar suçlu psikolojisi ile
söylemiştim ki bunu, dışardan kendimi duysam yalan söylüyor bu çocuk kesin
sevgilisi var derdim. Ama bu güçsüz ifadenin nedeni sevgilim olması değil en
azından Perşembeleri Onu görme şansımın olmasıydı. O da buraya takıldı zaten
-E tamam da
Perşembeleri yakalayabiliyorsun beni bak
-Öyle de, geldim
de zaten Perşembeleri buraya.
-Eee beni görmek
mi istemedin?
- Yok olur mu
seni görmek için geldim zaten de...Anlamayan gözlerle suratıma baktı.
- Eğitimde çok
kişi var bizim tiyatrodan her gelişimde onlara rastlıyorum takılıyorum
çıkamadan yukarıya sonra sen gidiyorsun işte denk gelemiyoruz.
-Beni görmeye
geliyorsan onlara neden takılıyorsun anlamadım?
-Şey seni
bilmiyor kimse,yani arkadaş olduğumuzu
-Neden?
-Öğrencileri
bilirsin işte bir ilişkimiz olduğunu falan düşünebilirler diye.
-Yok mu? Nabzım birden 180 e falan çıkmıştır heralde. Ne
demek istedi şimdi diye heyecanla ona
döndüm. Bu sefer soran gözlerle bakan bendim
-Var mı?
-Arkadaş değil
miyiz biz? Arkadaşlık bir ilişki değil midir? Bana bakmadan söylemişti
bunları yüzünün ifadesini göremiyordum. Ciddiye almalı mıyım yoksa yine eğlenmeye
mi başlamıştı anlayamıyordum.
-Yaa elbette öyle
de öyle değil işte. Öğrenci kısmını sen benden iyi bilirsin hemen dedikodu
çıkarırlar aramızda öyle şeyler demek istediğim şeyler yani
sen bir de burada hocasın falan sıkıntı olursa olmasın yani sana sonra
şey olur
... diye gevelemeye başladım. Birden kahkahayı bastı. Yine eğleniyordu benimle.
-Sen
ne tatlısın ya beni düşünürmüş bir de dedikodu olmasın diye. Beni tanıman
gerekirdi aslında dedikoduyu medikoduyu takmam biliyorsun ama madem sen de
şimdiye kadar kimseye bir şey söylemedin ilişkimiz hakkkında (ilişkimiz
kısmını bastırarak söylemişti) bundan sonra da kimsenin bilmesine gerek yok
o zaman. Neyse nasıl geçiyor provalar hazır olacak mısınız . Bak inşallah bana
güzel bir yer ayırmışsındır.Dedikodu falan dinlemem gelip seni sahnede izleyeceğim .
-Elbette
izleyeceksin ama 3 Nisan'da değil
-Aaa ilk oyuna
davet etmeyecek misin beni ilk oyuna gelmezsem bir daha gelmem valla
-Yok tabii ki ilk
oyuna geleceksin ama oyun ertelendi yetiştiremedik. 15 Nisan'da oynayacağız.
-Haydaa o zaman
iki hafta daha yoksun yani.
Hiç
ses çıkaramadım ama Onun da bu konuyu benim kadar düşünmesi hoşuma gidiyordu.
-Bak o zaman
şöyle yapalım. Salı günü Arife ders mers olmaz ben Pazartesi akşamı dersten
çıkıp Çanakkale'ye gideceğim. Sen gidecek misin bayrama madem ertelenmiş sen de
git
- Yok ben
gelemeyeceğimi söyledim babam da o zaman
biz geliriz bayram ayrı geçirilmez dedi dedemleri de alıp Bursa'ya benim yanıma
gelecekler. Gemlikte halamlarda geçirecekler bayramı.
-Aaa ne güzel
helal olsun valla babana hem sana saygı duymuş hem de ayrı geçirmeye
dayanamamış.
-Babam için dini
bayramlar çok önemlidir aile ayrı olmamalı der ama neyalan söyleyim bu kadarını
ben de beklemiyordum
-Her neyse benim
29 Mart'ta mesaim başlıyor. 15 Nisana
kadar önümüzde 3 Perşembe var biri oyun günü onu sayma 1'inde ve 8'inde senin
evin yakınındaki fırının oradan alırım ben seni saat tam 12:30 da. Ama gecikme
beklemem bak devam eder giderim.
İnanılmaz
mutluydum sorun bir nebze de olsa çözülmüştü, en azından artık O'ndan tamamen
habersiz kalmayacaktım. Üstelik sorunu O çözmüştü. Bu kadar basit bir çözümün
benim aklıma gelmemesinin nedeni ise sorunu çözümsüz görmemdi. Çünkü aramızda
yaşanan onca şeye rağmen Onunla görüşmemizde hala benim hiç inisiyatifim yoktu.
Bunu kendimde hak olarak göremiyordum.Çünkü O benim arkadaşımdı ve arkadaşlar
imkanları varsa görüşürler, yoksa ertelerler, birbirlerini sürekli görmek
ihtiyacı hissetmezler, sorumlulukları birbirlerinden talepleri bir sevgili
sorumluluğundan farklıdır. İlişkimiz başladığından beri O bana sevgiliymişiz
gibi davranıyor benden sevgili sorumlulukları bekliyor, talepleri sevgili
talebi oluyor ben de memnuniyetle bunları karşılıyordum. Ama ben O'ndan asla
böyle bir talepte bulunamıyordum. Her şey O'nun kontrolündeydi O ne isterse,
nasıl isterse öyle oluyordu. Ben bir kez maçtan sonra sevgilimsi bir harekette
bulunup ağzımın payını almıştım. Bu görüşememe diliminde de böyle olmuştu.
Ben çok özlemiştim burnumda tütüyordu ama
gece yarısı kapısını çalıp seni çok
özledim deme özgürlüğünü hissetmiyordum kendimde.Buna rağmen O'na ulaşamamamın
sevgili sorumluluğunu da hissediyor ne diyeceğimin nasıl hesap vereceğimin
çekincesini de yaşıyordum. Sözün özü bu yoğun süreçte görüşebileceğimiz kısıtlı
zamanı yaratabilmek için O'na yük bindirecek bir çözüm önerisi bulacak hakkı
görmüyordum kendimde. Ama O bulunca da bayram şekeri verilmiş çocuklar gibi
mutlu oluyordum. Hem şekeri sevdiğim için hem de şekeri istemek zorunda
kalmadığım için. Ama şekerin hakkım olduğunu asla düşünemiyordum.
O gün
her zamanki gibi Hünkar Çay Bahçesine gitmedik.Yolda fikir değiştirdi ve Maksem'e
Temenyeri Parkı'na çevirdi rotayı. Tost
yedik salıncaklarda sallandık, ne çok şey birikmiş konuşacağımız hiç susmadık
ben anlatıyorum bitirmeden O başlıyor, O anlatıyor ben devralıyorum vaktin
nasıl geçtiğini anlamamışız. Bir de Perşembe harici görüşmek için zaman yarattı
"Cuma Cumartesi çıkınca provadan, kaç olursa olsun gel bana" dedi "
Nasıl olsa hafta sonu okul yok adam gibi kahvaltı yaparsın sabah, bütün
malzemelerin bende zaten banyo yaparsın,
yine gitme o salak saçma banyolara provan kaçtaysa hafta sonu ben bırakırım
seni" Arkadaşlarıma nasıl
açıklayacağımı sordum eve gitmemeyi. "O da senin sorunun artık bul bir
yolunu. Her şeyi de ben mi düşüneyim canım" Provam 5 teydi daydı saate ilk
baktığımda ise saat 5' beş geçiyordu.. Şimdiki trafik olsa Bursa'da 1 saatte
varamazdık Temenyeri'nden Fethiye'ye.Beni bıraktığında 5:35'ti saat. Ayrılırken
iki hafta görmeyeceğim seni deyip sıkı sıkı sarıldı bana ben de Ona. İlk defa provaya geç kalmıştım üstelik sahne
amiriydim bayağı panik olmuştum ama suratımdaki salak gülümsemeyi de
silemiyordum bir türlü.İlk olması kimsenin kızmamasına ama herkesin
çok merak etmesine neden olmuş. Neyse ki uzatmadılar işim vardı şehir
merkezindeydim deyince.
Hafta
sonları O'na nasıl gideceğimi bulmuştum. Ekipte çok sevdiğim bir kız arkadaşım
vardı. Doburca'da oturuyordu . Doburca o zamanlar bir köy, şehre henüz tam dahil olmamış.Doburca'ya giden Son araç
akşam 8 de Çekirge'den geçiyor. Arkadaşım da mecburen 7 gibi provadan ayrılmak
zorunda kalıyor. Bu hepimiz için sorun yaratıyordu. Ben dedim ki sen prova
sonuna kadar kal ben seni Çekirgeden sonra yürüyerek evine bırakırım. Saçmalama
olur mu öyle şey hem nasıl döneceksin falan derken en azından hafta sonları
daha uzun çalışabilmemiz için bu teklif kabul edildi. Bahsettiğimiz yol Çekirge
Meydandan 5 kmlik bir yol ve rahat 4 kmlik kısmında sadece tek tük çiftlik evlerinin
olduğu bir yerleşim var, yol boyunca cirit atan köpekler de cabası. Ben o yolu
arkadaşımla gideceğim gece 11 den sonra tek başıma aynı yolu yürüyerek
döneceğim sonra da Eğitim'e evime geçeceğim. Çok büyük fedakarlık. Ben oyun
için diyorum, herkes kıza aşık olduğumu sanıyor- ki bu işime geliyor asıl
amacımı gizliyor- aslında ise Çekirge'ye
vardığımda hemen bir taksi dolmuşla Heykel'e geçiyor ve oradan Setbaşı'na Onun
evine gidiyorum. Ev arkadaşlarıma da Bursa'ya yeni taşınan bir uzak akraba
hikayesi uydurdum Çekirgede oturdukları için gece gece eve dönmeye uğraşmıyor
onlarda kalıyordum güya. Herşey bir anda yoluna girivermişti.
Oyuna
kadar bu şekilde idare ettik. Oyun günü 8 deki oyuna 5 te gelmiş Kültür
Merkezi'nin görevlisi salona gelip beni provadan çıkarttı misafirin var seni
soruyor diye. Hocanın kızmasına rağmen çıktım. Çok şaşırdım, provayı terk
ettiğim için tedirgin oldum ama bir o kadar da mutlu oldum;
-Erken gelmişsin oyun 8 de
-Biliyorum şapşal. Bir
ihtiyacın var mı diye sormaya geldim. Pazardan beri görüşmedik iyi misin?
-İyiyim iyiyim çalışıyoruz
işte. Çok sağol geldiğin için.
Yine
olmaya başlamıştı, çok mutlu olmama rağmen gittikçe geriliyordum. O bana
sevgilimmiş gibi davranıyordu ama ben nasıl davranacağımı bilmiyordum, üstelik benim
ortamımdaydık.
-Emin
misin çok gergin görünüyorsun . Rahatla biraz çok çalıştınız ben biliyorum her
şey çok güzel olacak rahat ol. Bak sana ne vereceğim. (Çantasından
minik bir tavşan ayağı çıkardı) bunu bana babam vermişti. Çok inanırdı böyle
şeylere. Öldüğünden beri yanımdan hiç ayırmadım ve bana da şans getirdi bence
-Bunu alamam ama
-Meraklanma
sadece bu akşamlık veriyorum. Bugün senin ihtiyacın var buna oyundan sonra geri
alırım sakın kaybetme. Kostümünün cebi var mı?
-Var
-Hah koy cebine
işte. Elimi
avucuna aldı, tavşan ayağını avucuma koyup kapattı avucumu.
-Yerimi ayırdın
dimi? Ayırmamıştım ama panikle;
-Tabi tabi
ayırdım ayırmaz olur muyum.
-O zaman ben kaçayım
artık 7 buçukta gelirim deyip
öptü yanağımdan elimi iyice sıktı ve bol şans dileyip döndü kapıya yöneldi.
O
sırada Fethiye Kültür Merkezinin alt kata inen merdivenlerinin başında Kulübün o zaman ki en kıdemli üyesi olan, O
sene beni rolüme hazırlayan daha sonra profesyonel hayata geçtiğimizde de yönetmenliğimi
yapacak olan arkadaşla göz göze geldim. Cin gibi birisidir ama o an neler
olduğunu anlayamamıştı.O oynamıyordu
oyunda izleyecekti ve emindim
kendisine iyi bir yer seçecekti. Şaşkınlığımı attım üzerimden ve hemen
seslendim arkasından ikisini tanıştırdım ve sanki her şeyi önceden planlamış
gibi arkadaşıma da (arkadaşım dediğime de bakmayın o sıralar böyle bir
samimiyetimiz yoktu abimiz sayılırdı hepimizin, sonradan samimi olduk) emri
vaki yaparak;
-7 buçukta bu
giriş kapısında seni bekleyecek seni yerine götürecek dedim. Sağolsun hiç bozmadı
beni.
O
gidince bana baktı ve noluyor diye sormadan girdim ben
-Nolur hiçbirşey
sorma ve kendine ayırdığın yerden bir kişilik yer de Onun için ayır ve
yalvarırım karşılayıp yerini göster.
-Tamam ben
hallederim ama bunu sonra konuşuruz
-Sonra da
konuşmayalım
dedim. Bir kahkaha patlattı ben hemen
salona kaçtım. Sağolsun sonra da hiç açmadı konuyu sadece birkaç kez ikimizin
anlayacağı şekilde ima etti, ben de hep gözlerimle minnetimi ilettim
Oyun
oynandı öyle güzel bir yer ayırmıştı ki arkadaşım 5. sıranın tam ortasında.. Fethiye Kültür Merkezi'nin o
zaman sahne koşullarından çok uzak olan ışıklarının sayesinde net bir şekilde
görebiliyordum onu. Bütün rolümü Ona oynadım sanki. İspanyol diktatörü
Franco'yu oynuyordum ve Onu gördükçe coşup bağırıyordum Viva Espana diye,
kendimi göstermek istiyordum sanki Ona beni gör diyordum, sahneden her
bağırdığımda Ona ilan-ı aşk ediyormuş gibi hissediyordum kendimi. Oyun
bitti selam verdik,bir üniversite
tiyatro grubunun sahnelediği ilk oyundan sonra hep olan şey oldu. Oyuncular
zafer sarhoşluğu içerisinde birbirine sarılmaya zıplamaya başladı sahne
herkesin eşi dostu arkadaşı ile doldu bir tebrik silsilesi kutlama çılgınlığı
yaşanıyordu. Kim kime sarılıyor, kim ağlıyor kim gülüyor belli değildi.
Muhteşem bir andı o kalabalıkta o sarılma öpüşme ağlaşmanın içinde bir yandan da gözüm O'nu arıyordu. Birine
sarılmıştım kim olduğunu hatırlamıyorum omzuma bir el dokundu döndüm O. Öyle
bir sarıldık ki sanki içimize almak istiyorduk birbirimizi, zaten kimsenin
kimseyi gördüğü yoktu. "Çok iyiydin" diye fısıldadı kulağıma
"gurur duydum, hepiniz çok iyiydiniz" Cevap bile veremiyordum
ağlayabilen bir insan olsam sel olurdu gözyaşlarım orada eminim. Fotoğraf için
çekti biri kolumdan sürüklendim. "Sen de gel" diye bağırdım Ona,
gelmedi. Fotoğraflar çekildi. Tekrar
yanına gittim.
-Siyah
saç esmer ten yakışmış hep böyle mi kalsan bayağı bayağı yakışıklı olmuşsun
böyle sen dedi utandım,
gururlandım ve de bozuldum, doğal halim yakışıklı değilmiş yani diye düşündüm
ama çok da umursamadım. Oyunda makyajla tenim esmeleştirilmiş saçım da guaj
boyayla siyaha boyanmıştı.
-Birazdan
Kültürparka Çağdaş'a gideceğiz kutlamaya dedim sen de gelsene.
-Yok
siz gidin eğlenin.
-Lütfen sen de gel dedim yalvaran bir tonda ve
yalvaran surat ifadesiyle. Hiçbirşey umurumda değildi artık Onu herkesle
tanıştırabilir,her türlü alay ve dedikoduyu kaldırabilirdim. Çok güçlü hissediyordum kendimi ve O'ndan
uzak kalmak istemiyordum bu en mutlu gecemde.
-Benim
sabah dersim var kalamam siz eğlenin, hem ne diyeceksin arkadaşlarına
-Umurumda değil.
Sen gel biraz kal geçe kalmadan gidersin.
-Siz gidin hadi
git üstünü değiştir makyajını sil. Tavşan ayağım nerde?
Cebimdeydi
hemen çıkarıp verdim.
-Gördün mü bak işe yaradı
mükemmel bir oyun çıkardın
Sarıldı
tekrar bana öptü
-Belki gelirim
ama söz vermiş olmayım gelemezsem yarın
akşam ders çıkışına gel.
Döndü
ve Ona yer ayarlayan arkadaşımla göz göze geldik. Ona da teşekkür etti ve
çıktı.Arkadaşım bana baktı ben kulise kaçtım.
O gece
Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin Kültür Park'taki lokalinde çılgınlar gibi
eğlendik. Oyun için öğrendiğimiz Flamenko figürlerini mahvederek uyguladık deli
gibi içtik. Gece bitince bir grup arkadaş bize geçtik evde içmeye devam ettik
hayatımın içkideki ilk doz aşımını o gece yaşadım. Bir rivayete göre En
sevdiğim şarkı olan Ezgi'nin Günlüğü'nden Dut Ağacı Türküsü eşliğinde çıplak
fotoğraflarımı çekmişler arkadaşlar ama
ne hatırlıyorum ne de o fotoğrafları gördüm ama yıllarca geyiği yapıldı
fotoğrafların.Kendime geldiğimde saat ertesi gün akşam 5 ti ve 5 onun okuldan
çıkma saatiydi. Mümkün değil yetişemezdim berbat durumdaydım. Gidemedim ders
çıkışına. Herkes bizde kaldı bir bahane uydurup evine de gidemedim. Cuma gecesi
yine sabahladık evdekilerle gündem yoğundu hepimiz bıkıp usanmadan oyu konuşmak
istiyorduk. Gündemimiz oyunumuzun yönetmeni Devlet Tiyatrosu Oyuncusunun
oyunun en can alıcı yerlerinde müziği
yükseltip bizim kabaran komünist damarlarımızı tatmin edecek yorumlara engel
olması şüphemizdi. Gençtik toyduk dünya etrafımızda dönüyor sanıyorduk. Herkes
emindi bu düşünceden benimse kafam bambaşka bir yerdeydi. Benim gündemim
bambaşkaydı. 17 Nisan 1993 öğlen uyandım bu sefer 1 gibiydi hemen kalktım giyindim evde hala herkes uyuyordu. Çıktım
Onun evine gittim saat 2 olmuştu ben gidene kadar. Evde yoktu. Biraz kapının
önünde oturdum. Ama iç avluda bir ev apartmanın camından bakanlar görebilir
belki diye rahatsız oldum. Gittim Mahfelde oturdum biraz çay içtim tost yedim
saat dörde doğru yaklaşırken tekrar gittim bu sefer evdeydi. Telaşlı bir hali
vardı.
-Gel içeri gel .. hemen içeri girdi
peşinden gittim;
-Nerdesin
sen dün yarım saat bekledim okulda
-Çok geç yattık
kalkamadım..
Şaşkınca baktı
-5 te kalkamadın
mı?
-Tam o saatte
kalktım işte yetişemedim.
- Neyse sonra konuşuruz
televizyona bak Turgut Özal ölmüş
Cumhurbaşkanı
Turgut Özal ölmüştü o gün, o an öğrendim. Çok garip bir duyguydu,19 yaşındaydım
ilk defa bir devlet büyüğünün ölümüne tanık oluyordum,babamın oy verdiği,
aklımın ilk erdiği ortaokul lise yıllarımda sevdiğim, üniversitede değişen
siyasi görüşümle beraber nefret ettiğim adam ölmüştü. Garip bir gündü saatlerce
televizyon izledik. Onun en büyük derdi ertesi gün yapılacak ÖSS sınavlarının
ertelenip ertelenmemesiydi. Görevliydi çünkü sınavda. Ertelenmedi. O gece
kaldım orada. Sabah beraber onun görev aldığı okula gittik. Sınav çıkışı önce eve
geldik üstünü değiştirmek istedi. Bu resmi kıyafetlerle Pazar günümü geçirmek
istemiyorum dedi. Hava çok güzeldi. Askılı uzun bir bahar elbisesi giymişti.
Göğüs çatalından yukarısını açıkta
bırakan bir elbiseydi bu ama havanın akşam serin olma ihtimaline karşın
omuzlarını kapatan ince yarım bir hırka da giymişti üstüne.Çekirgeye gittik
Askeri Hastane tarafında lüks ir pidecide yemek yedik. Oradan dağ yoluna çıkıp Aşıklar Çay Bahçesine
geçtik.Orada birer bira içtik. Saat 5i geçmişti. Fethiye'de provadayken oradan
güneşin batışına denk gelmiştim bir kez çok güzeldi ve O batışı onunla izlemeyi
çok istemiştim. Birden ;
-Kalk dedim kalk
gidiyoruz
-Nereye
-Fethiyeye
güneşin batışını izlemeye.
-Buradan da
manzara çok güzel burada izlesek ya
-Yok olmaz orada
daha güzel
Tamam
dedi ikiletmedi beni. Yoldan bir kaç bira ve çerez aldık. Fethiye'ye gittik ama
Kültür Merkezinde etkinlik vardı sanırım otoparkta bayağı araba vardı. Girmedik
oraya. O tarafta güneşin batışını izlerken biralarımızı içebileceğimiz sessiz
sakin bir yer aradık.Benim kararsız araba kullanmam ve yolları pek bilmemem
sayesinde Bademlide bulduk kendimizi.
Şimdiki Turhan Tayan Anadolu Lisesi'nin olduğu mevkide bir yere konuşlandık.
Muhteşem
bir manzara vardı, güneş dokunacağımız kadar yakındı ve kocaman portakal rengi
bir top gibiydi. Ezginin Günlüğü'nün tüm albümlerini almıştı ama arabada sadece
Alagözlü Yar ile Ölüdeniz vardı. Alagözlü Yar çalıyordu zaten. Hiç konuşmadan
güneş kaybolana kadar izledik, dinledik ve içtik. Güneş kayboldu konuşmaya
başladık, oyunu konuştuk, sınavı konuştuk, Turgut Özal'ın ölümünü konuştuk,
Lorca'yı konuştuk daha bir çok şey konuştuk. Kaset bitti Ölüdeniz'i taktık o da
bitti tekrar Alagözlü Yar'ı koyduk ve sustuk. Ben şoför koltuğundaydım
biralarımız bitmişti bana doğru sokuldu karnıma doğru yattı;
-Yıldızları
izlemek istiyorum
dedi.
Ben de
koltuğu hafif geri çekip biraz da yatırrak ikimizin de yıldızları daha net
görebilmesi için açı oluşturmaya çalıştım. Fonda Azeri baladları biz susmuş
yıldızları izliyorduk. Kolumu omzundan atmıştım elim göğüs kafesindeydi,elimi aldı
üstünü öptü ve bıraktı elim bu sefer biraz daha aşağıdaydı nerdeyse göğüslerine
dokunacaktım birden elimi çekmeyi düşündüm ama O'nda hiç tepki yoktu. Ben de
O'nun elini aldım ve öptüm ama bırakmadım elini bir kaç saniye sonra bir daha
öptüm artık ne olacaksa olsun diye düşünüyordum alkolden mi yoksa oyunu
oynadıktan sonra mı bilmem bir güven gelmişti kendime. Ama hiç bir tepki
vermiyordu. 3. kez ve 4. kez öptüm elini aralıklarla ne bir direnç gösteriyor
ne de hoşuna gittiğini gösteren bir tepki hiçbir şey. Diğer elim hala göğüs
kafesinin üstünde memelerinin başladığı yerdeydi asla daha aşağı inemiyordum
muhtemelen kalp atışlarımın nasıl hızlandığını duyuyordu. Birden hafifçe
kıpırdandı panikle elimi göğsünden çekmek istedim tuttu elimi, yukarıya doğru çekti kendini elim elbisesinin içine girdi.
Ogün heyecandan ölmediysem daha da kalp krizinden ölmem diye düşünüyorum.Artık
geri dönüş yoktu ama, ben hala ne yapmam gerektiğinden emin değildim, bir
memesi avucumun içindeydi çok acemiydim ne yapacağımı bilmeden sadece dürtüsel
hareketlerde bulunuyordum ve saçına alnına küçük öpücükler konduruyordum, içimden
geçtiği gibi daha fazlasını yapsam büyü bozulacaktı sanki. Yavaş yavaş Onu
kendime döndürüp yüzünün her yerine minik öpücükler kondurmaya başladım.
Gözünü, burnunu , yanaklarını öpücüğe boğuyordum O da küçük öpücüklerle bana
karşılık vermeye başlamıştı ve ben rahatlamıştım gerçekten geri dönüş yoktu
buradan ve dudaklarını öpmek için hamle yaptım. Onu ilk gördüğüm günden beri
hayran olduğum, belki de vücudunun en güzel yeri olan dudaklarını
öpecektim,bazen dinlerken sadece dudaklarına odaklanmış bulurdum kendimi,
Onunla ilgili en cüretkar hayallerim sadece dudaklarını öpmek olurdu daha fazlasını
yakıştıramazdım asla Ona.Şimdi o biçimli dudaklarını öpmek üzereydim. Birden
yüzünü çevirdi ve ben yine yanaklarını öptüm, anlamadım ama devam ediyorduk
birazdan tekrar hamle yaptım yine aynı şekilde savuşturdu beni ve üstümden
çekilip kendi koltuğuna geçti, koltuğu geri çekip yatırdı uzandı koltuğa ve
elimi tutup beni üstüne çekti. O akşam arabada seviştik. seviştik dediğim de
liseli sevişmesi gibi, çok abartılı bir şey değil sadece öpmekten ve
kıyafetlerin üzerinden çekiştirebildiğimiz kadar dokunmaktan ibaret.
18
Nisan 1993; Onu tanıdıktan 6 ay, ilk sahneye çıkışımdan üç gün ,Özal'ın
ölümünden bir gün sonra ÖSS sınavının olduğu gün, ilk kez dokunduk birbirimize aylardır süren gerilim
sona ermişti , artık başka bir yol alacaktı ilişkimiz, artık şüpheleneceklerin
şüphesinin haklı olduğu bir tanımdaydık ve ben çok mutluydum.
Bir süre sonra bir otomobil daha muhtemelen içki içmek için
yakınımızda bir yere gelince paldır küldür toparlanıp kaçtık oradan. Hayatımda
ilk defa o kadar hızlı gittiğim halde yol hiç bitmemişti. Arabayı nasıl park
ettim eve nasıl girdik oralar yok bende.Yukarı odasına gitmeyi bile beklemeden
salondaki kanepede sevişmeye devam ettik. Kıyafetlerimizden kurtulmuştuk ama ne
dudaklarını öpmeme izin verdi ne de sonuna kadar gitmemize. Neden sonuna kadar
gitmediğimizi hiç sormadım. Kanımca bu ayıptı, her ne kadar 32 yaşında olsa da, hiç anlam
veremesem de bir kadına bu sorulmazdı . Üstelik hayatımda ilk kez böyle bir şey
yaşıyordum,kanaatkardım aç gözlülük yapmaya niyetim yoktu O neye izin verirse o
kadarına razıydım. Ya üstüne gidersem ve bu rüya biterse ne yapardım. Ama O'nu
öpememek çok koymuştu, hiçbirini yapmasak sadece öpebilsem dudaklarını ,öpüşebilsek
delice yeterdi sanki bana. Sorsa bu takasa düşünmeden razı olurdum .İlk defa
hakkımmış gibi düşündüm ve bu öpücüğü istedim.
Onun
yatağında beraber uyuyacaktık. Koluma yattı sokuldu bana iyice, tenini tenimde
hissederek uykuya dalacaktık o an sordum;
-Neden öpemiyorum
dudaklarını ?
-O zaman
gerçekten sevgili oluruz çünkü.
Beynimden vurulmuşa döndüm.
-Değil
miyiz?
-Değiliz.
-Neden değiliz.
Ben seni seviyorum
dedim panikle. Hemen parmağını dudağıma götürüp susturdu.
-Şşşşt sakın. Bak
bizim sevgili olamamamız için o kadar çok neden var ki hangisini sayayım.
İsyanlardaydım
şövalyeliğim tutmuştu, dedim ya kendime olan güvenim gittikçe artıyordu ama O
izin vermeyecekti güven patlaması yaşamama
-Neymiş
o engeller, yaş farkı mı, senin hoca olman mı, hepsini aşarız ne var ki. Bu sefer eliyle ağzımı kapattı ve yanağıma
bir öpücük kondurdu.
-Çok tatlısın,
seni kaybetmek istemiyorum.Rüyada gibiyiz ve lütfen bu rüyayı bozma. Şimdi sen
de devam etmesini istiyorsan bir kaç kural koyalım ve kimse bizi bu rüyadan
uyandırmasın tamam mı?
Gözlerimle
evet dedim, sihirli cümleyi söylemişti. "bu rüyayı bozma" bozulmaması için adam bile öldürürdüm devam
etti;
- Öncelikle
eski gizliliğimiz devam edecek kimse bizi bilmesin. Çünkü artık üretecekleri
dedikodu gerçek bir şey olacak bununla baş edemem 2. olarak lütfen beni hiçbir
şey için zorlama zamanı gelirse bir gün olur ve bunu bana bırak son olarak en
önemlisi sakın ama sakın bana aşık olma. Böyle bir şey hissedersem aramızdaki
her şey hemen biter.
Şimdiye
kadar hissetmediysen bundan sonra da hissetmezsin diye geçirdim içimden. Son ve
en önemli madde için çok geç kalmıştı, o gemi evinde içtiğimiz ilk gece demir
almıştı ve 6 ayda limandan bayağı uzaklaşmıştı. Ancak başka bir limana
demirleyebilirdi artık, geri dönmesi çok zordu. Ama tabii ki hemen kabul ettim.
Onu kaybetmek dünyanın sonu gibiydi o an için hele bu geceden sonra.
-Hadi delikanlı
uyut beni artık yarın okul var bana ve sen de gidip sınavına gireceksin hiç
olmazsa soruları öğrenirsin vizeler kaçsa da finallere çalışacaksın.
Arkasını
dönüp yaslandı vücuduma, sardım kollarımla kıvrıldı sokuldu iyice, hemen uyudu.
Vize haftasıydı ama benim umurumda değildi. İki gün sonra ODTÜ Tiyatro
festivaline gittik. Hayatımda her şey yolundaydı hayal bile edemeyeceğim bir
sevgilim vardı ,her ne kadar o kabul etmese de sevgilimdi benim için. Odtü
Festivali'nde sahne alacaktık arkadaşlarımı seviyordum o sene başlamamıza
rağmen resmen bir ekip olmuştuk bir üniversite
öğrencisinin istediği her şeye sahiptim. Keşke bu coşkuyu arkadaşlarımla
da paylaşabilseydim, keşke sevgilimin elinden tutup okulun çimlerinde sarmaş
dolaş olabilseydim, keşke bu festival biraz daha geç olsaydı daha iki gün
olmuştu ayrı kalmıştık ve keşke sevgilimi dudaklarından öpebilseydim.
22
Nisan'da döndük Bursa'ya saat 8 gibiydi
ben turne otobüsünden Santral Garajda******
indim ertesi gün 23 Nisan ve Cuma üç gün
tatil. Gemlik'e halamlara gideceğim bahanesi ile kaçtım ekipten. Hemen
Setbaşı'na . Artık çat kapı gitme hakkını kendimde görüyordum kaçta
geleceğimizi ben de bilmediğim için haberi yoktu. İki gün değil de iki yıl uzak kalmışız gibi
karşıladı beni. Çok güzel bir gece geçirdik şarap içtik, Pink Floyd , Cutting
Crew, Nirvana'dan girdik, Ortaçgil'den çıktık, hiç bir kalıba bağlı değildik.
Daha önce de birlikte çok eğleniyorduk ama bu gece başkaydı, sevgili olarak
eğlenmek ne güzelmiş diye geçiriyordum, birbirimize dokunuyorduk eskiden
ortamda olan cinsel gerilim coşkuya bırakmıştı yerini sınırlarımız dahilinde
seviştik ,sızarak uyuduk sarmaş dolaş.
Sabah
gözümü açtığımda yüzü bana dönük melek gibi uyuyordu hala. Gözlerine gelen
saçlarını çektim, yüzünü saçlarını okşamaya başladım, parmaklarımı öpmek için
deli olduğum dudaklarında gezdiriyordum. Birden acaba uyurken dudaklarını öpsem
mi diye düşündüm ve hemen ikna ettim kendimi yapacaktım bunu. Onun bana
vermediğini çaktırmadan çalacaktım. Nabzım yine hızlanmıştı. İyice sokuldum
başımı yastığına koydum dudaklarımız aynı hizaya gelmişti burunlarımız değmek
üzereydi.Hala çok cüretkar değildim uyanmasını göze alamayacaktım sadece
dudaklarına dokunup minik bir buse
verecektim uyanırsa da uyuyor numarasına dönecektim planım buydu ama birden
gözlerini açtı göz göze geldik. Gülümsedi "Günaydın" deyip burnumu
öptü usulca ben de aynısını ona yaptım;
-Saat kaç çok mu uyudum?
-Bilmem saat umurumda değil.
-Acıktın mı? Kahvaltı
hazırlayayım sen de duş al istersen.
-Şşşt sakin ol. Acelemiz mi
var?
-Yok
-O zaman bırak sabah tembelliği
yapalım yatağın tadını çıkaralım.
Nerdeyse
burun buruna konuşuyorduk bunları iyice cesaretlenmiştim. Konuşurken dudaklarım
yüzüne değmeye başlamıştı
-Kahvaltıyı da
beraber hazırlarız, hatta duşu da beraber alırız
-Ooo bak sen.
Birileri beraber duş almak mı istiyor?
-Almamamız için
bir sebep göremiyorum ben tabi sen de
istersen
Konuşurken
dudaklarımız birbirine değmeye başlamıştı
-m- b- gibi sesleri kendi dudağımızla değil birbirimizin dudağına
değerek çıkarıyorduk
-Sen acaba
kuralları delmeye mi çalışıyorsun dedi ama hiç geri çekilmeden
-Ne kuralı dedim anlamazlığa vurdurarak
-Bu
kuralı deyip dudaklarımı öpmeye başladı. Çıldırmıştım. Deli gibi
öpüşmeye başladık. Diğer kuralı bozmadan yine seviştik. Beraber duş aldık.
Duştan sonra banyoyu ve ayaklarımızı soğuk suyla yıkadık. Sonrasında da hep
uygulayarak bu rutine alıştırdı beni hala yaparım bunu her banyodan sonra.
-Artık sevgili
olduk mu yani
dedim kahvaltıda
-Bilmem
dedi gülerek kalktım bir daha öptüm sonra bir daha doyamıyordum öpmeye, Cemal Süreya'nın dediği
gibi bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu iki kere öpsem üçün boynu bükük*
-Bu kuralı çiğnediğimiz
diğerlerini de çiğneyeceğimiz anlamına gelmiyor. Özellikle aşık olmak yasak
unutma.
Dediklerini
duymuyordum bile 23 Nisan benim için başka bir bayramdı artık, yeniden
doğmuştum sevgilimi doyasıya özgürce öpebiliyordum. Aşık olduğum o dudaklar
benimdi ve sevgilim de sevgilim olduğunu kabul etmişti bu mühürle. Resmi olarak
sevgiliydik kimse bunu bilmeyecek olsa da. 23 Nisan'da bıktıracak kadar öptüm
onu her fırsatta, her boşlukta, yanından geçerken, yemek yerken, televizyon
izlerken, sofrayı toplarken, saçını tararken bir bahane buluyordum öpmek
için. Sonunda;
-Bu yasağı tekrar
mı getirsek eskidi dudaklarım
deyiverdi nasıl baktıysam suratına, "şaka şaka"deyip O beni öptü
coşkuyla hemen ve öperken "bundan bıkılır mı hiç" dedi. Tonlaması,
sesinin şiddeti vurgusu bile canlanıyor hala kulağımda yazarken. Dünyada bana
ölüm yoktu artık. O hafta sonu ekmek almaya bile dışarı çıkmadık.
Salı-
Perşembe - Cumartesi Pazar rutinimize tekrar
dönmüştük. Aslında daha fazla da görüşebilirdik tiyatro çalışmaları eski
sıklığında değildi en azından Cumayı da ekleyebilirdik ama 1. kural devam
ediyordu. O benim gizli sevgilimdi. Kimse bilmeyecekti aramızdaki ilişkiyi
sadece iki gün evimde kalır arkadaşlarımla görüşürsem herkes durumumdan şüphelenir
ve sorgulamaya başlardı. 7 Mayısta Çanakkale'ye gitti sadece o hafta sonu
görüşmedik Mayıs sonuna kadar. Haziran
başında Kurban Bayramı vardı babamı ikna edememiştim bu sefer bayramda
memleketteydim O da Çanakkale'ye gidecekti zaten. Bayram dönüşü finaller ve
bütünlemeler okul Haziran sonunda
bitiyordu. Nasıl yaparım da babamı ikna eder Bursa'da kalırım planlarını
yapıyordum. Koca bir yaz ayrı kalamazdım O'ndan. Bayramda babama yazın
çalışabilirim belki diye bir olta attım. Olmaz öyle şey diye kestirip attı. Ama
kararlıydım bulacaktım bir yol.
Bayram
dönüşü Çanakkale'den geldiğinde bir
değişiklik vardı onda. Tarif edebileceğim bir şey değildi bu değişiklik.
Görünüşte aynıydı her şey. Sadece sezinlediğim bir durumdu ,ne geçirdiğimiz
vakitte, ne fiziksel yakınlığımızda bir değişiklik yoktu ama ben bir parça uzak hissediyordum kendimden. Ya da zihnimin
bir oyunu bu, olacakları şimdi bildiğim için yıllar öncesini beynimin
yönlendirmesiyle öyle hatırlıyorum. Doğum günümü onunla birlikte kutlamayı hayal
ediyordum ama kutlayamadık Cuma'ya geliyordu doğum günüm ve tiyatro
kulübündekiler sürpriz bir doğum günü hazırlamışlardı. Biz zaten Cumaları
buluşmuyorduk ama Onun da sürpriz yapacağından emindim yani içten içe öyle
umuyordum. Ertesi gün gittim evine kuralı bozmamış partiyi Cumartesi gecesi
için organize etmişti..Harika bir yemek hazırlamıştı ilk yemeğimizdeki gibi balık ama bu sefer
yanında rakı vardı. Biz o kadar süre hiç rakı içmemiştik beraber, genelde şarap
ve bira içiyorduk. Sevdiğim çizgi romanın
1970 yılında Türkiyede ilk kez yayınlanan fasiküllerini sahaflardan bulup
ciltletmişti hediye olarak. İlk defa benim için bu kadar özel bir şey
yapılıyordu biri tarafından. Yok o değişmemişti kesin bana öyle geliyordu. Rakı
ikimizi de çarptı o gece yatağa gidemeden salondaki kanepede sızmışız. Sonraki
günler sınavlar bayağı yorucu geçmeye başlamıştı Onun için. Benim çok umurumda
değildi ben daha çok sınavlardan sonra nasıl bir iş bulup babamı ikna ederim
derdindeydim o ise sürekli soru hazırlıyor ve sınav kağıdı okuyordu akşamları.
Bayram nedeniyle takvim bayağı sıkışmıştı finallerden sonra bütünlemeler için
verilen ara o sene verilmemişti finaller bittiği gibi bütünlemeler başlayacaktı
o yüzden sonuçlar çok hızlı açıklanmalıydı. Günler su gibi geçiyordu yine Salı
Perşembe Cumartesi Pazar birlikteydik,
ben bir türlü bir iş bulamamıştım. Sınavlara kafama göre giriyordum daha
çok Kozahan'a gidiyor bir Olay Gazetesi
alıp simit çay eşliğinde seri ilanlardan
iş bakıyordum. Belediyenin önündeki kulübeden uygun olanları arayıp görüşmeye
gidiyordum. Bulduklarım ise ya kapı kapı gezerek ev aletleri satmak ya da
sigorta poliçesi satmaktı. Ay sonu geliyordu sınavlar bitecekti bir şey yapmalıydım.Sigorta poliçesi
satacağım bir işi kabul ettim çaresizlikten. Maaş yoktu satarsam prim alacaktım
sadece.29 Haziran Salı işe kabul edildiğim gündü. O gece müjdeyi verdim Ona,"
iş buldum "dedim "yazın buradayım gitmem gerekmiyor.Tabi önce babamı
ikna etmeliyim bu işe ama o daha kolay iş bulmak daha zordu". Çok soğuk
karşladı "ne güzel" dedi. Bozulmuştum;
-Sevinmedin
mi sen? Buradayım diyorum yazın ayrılmayacağız. Hem de her gün burada
kalabilirim tiyatro yok ev arkadaşları yok.
-Sevindim tabi sevinmez
miyim?Şu kağıtları bitireyim sonra konuşuruz olmaz mı?
Hevesim
boğazımda kalmıştı hiç böyle bir tepki beklemiyordum, çocuk gibi gözlerim
dolmuştu, annesine heyecanla sınavdan
100 aldığını söyleyen ama annesinin iyi deyip işine döndüğü bir çocuk gibi.Bir
şeyler ters gidiyordu ama ne bilemiyordum. Anladı hissettiklerimi yanıma geldi
dudaklarımdan öptü;
-Yarın 11 de son
sınavım bitiyor benim, akşama kadar sonuçları okurum. Yarın da bana gel hem
işini hem de sınavların bitişini kutlayalım olur mu? Hadi asma suratını bir kez daha öptü ve
fısıldayarak ekledi Sevgilim...
Aynı
şeyler yine oluyordu bir anda gökyüzünü başıma yıkabilirken hemen sonrasında
ayaklarımı yerden kesebiliyordu.
Ertesi
gün 30 Haziran Çarşamba gerçekten kutlama yaptık, kendi klasiğimize döndük
Şarap içtik müzik dinledik ve seviştik ama bu sefer bir farkla. Sevişirken
fısıldadı kulağıma "zamanı geldi" anlamamıştım ama son derece
becerikli bir şekilde anlattı bana. 30 Haziran 1993 bir kuralı daha
çiğnemiştik. Benim için ilkti, o gece daha bir erkek hissetmiştim kendimi.
Büyümüştüm sanki. Sabaha kadar uyumadık o gece.
Sabah
rolleri değişmiştik O okula gitmiyordu ama ben işe gidecektim. Hazırlanırken
bombayı patlattı;
-Ben bugün Çanakkale'ye
gidiyorum
-Ne neden ne
oldu?
-Tatilim başladı
-Ama ben senin
için iş buldum burada kalacağım
-Meraklanma bütün
yazı orada geçirmeyeceğim. Döneceğim biraz işim var
-Ne işin var?
-Aile meseleleri
-Neden daha önce
söylemedin? Şimdi çıkmadı heralde bu aile meseleleri
-Fırsat olmadı
-Nasıl olmadı ya
haftanın dört günü beraberiz.
-O zaman söylemek
istememişim demek ki? Neyi sorguluyorsun?
-Ne demek
neyi sorguluyorsun biz sevgili değil
miyiz? bizim sorumluluklarımız yok mu birbirimize karşı?
-Bak ben böyle
sorumluluk taşıyan bir ilişki istemiyordum baştan beri. O kuralları
bozmamalıydık
-Sen
bozdun Sakin kalmaya çalışıyordum ama sesim titriyordu beceremiyordum.
Bu sefer O bağırdı;
-Hata
yaptım işte hata yaptık bozmamalıydık. Yine geri adım atmaya başladım
kaybedecektim Onu midemi sıkan çelik pençe tekrar iş başındaydı.
-Ne zaman
döneceksin?
-Bilmiyorum...
İşlerim bitince dönerim.
-Nasıl ulaşacağım
sana telefon numarası falan var mı?
-Var ama arama sakın. Beni Bursadan kimse aramaz bir
de anneme seni açıklamak zorunda bırakma beni
-Nasıl haberleşeceğiz
peki?
-. İki haftaya
dönerim herhalde, bakarsın otoparka araba buradaysa gelmişim demektir. İstersen
bornozunu falan al.
-Yok gerek yok
kalsın burada. Temelli gitmiyorsun ya.. Birden sarıldı bana uzun uzun öptü sıkı sıkı
sarıldı
-Seni seviyorum
çocuk , hadi geç kalma ilk günden işe... Usul usul ağlamaya başlamıştı. Çıktım
1
Temmuz 1993 Onu son gördüğüm o evden son çıktığım tarihti.
Bir ay
boyunca sigorta satmaya çalıştım bir tane bile satamadım. ilk haftadan sonra
her gün evinin önüne gittim otoparkta arabayı görme umuduyla göremedim. Babam
iyice huzursuzlanmaya başlamıştı eve dönmemi istiyordu. Gönderdiği parayı
azalttı her telefonda kavga ediyorduk. Arkadaşlarım memleketlerindeydi sadece
Bursa'da olan bir kaç kişi vardı ama onları göreceğim saatlerde de
çalışıyordum. Bir gün cesaretimi toplayıp amcasına gittim telefon numarasını
kaybettiğimi söyleyip istedim. Verdi
defalarca aradım hep cevapsızdı, bir kez annesi açtı, işte dedi. Ne işi dedim şaşırmıştım.
Üniversitede dedi. Geldi sandım hemen okula gittim arabası orada da yoktu. İşin
kötüsü soracak kimse de yoktu.
Daha
fazla baskıya ve parasızlığa dayanamayıp Memlekete döndüm, Ağustos başında.
Bundan sonraki tarihleri buraya kadarki kadar net hatırlamıyorum. Ruh gibiydim
Çorum'da. Bir kaç kez daha aradım. İki kez daha annesiyle konuştum. Birinde
dışarıda dedi. Diğeri geceydi yok dedi ve kapattı. Sonrasında numara hiç
düşmedi kapatılmıştı sanki.
Eylül'ü
zor ettim okullar açılmadan evi toplamam
lazım bahanesiyle Bursa'ya geldim. Hemen Eğitim Fakültesine gittim orada
olmalıydı ama arabası yoktu. Akşam evine gittim yine arabası yoktu. Saatlerce
dolaştım oralarda her on dakikada bir otoparkın önünden geçiyordum. Araba hiç
gelmedi. Okullar açıldı yine gelmedi. Almanca bölümündeki kantinde beni
kurtaran arkadaşa sordum Onu. "Bilmiyorum gelmedi bu sene" dedi ve
ekledi "nerden tanıyorsun sen o çatlak karıyı ya" Çarpıverecektim
ağzının ortasına tuttum kendimi. Hiiç dedim
tanışmıştık işte. Yine amcasına gittim yüzümü yer edip;
-Haa
sen mi geldin evladım dedi ben bir şey sormadan. İçeri gitti büyük bir
çantayla geldi.
-Bunlar seninmiş
gelirsen sana vermemi istedi.
-O nerde dedim
-Taşındı
oğlum O Çanakkaleye dedi. Evini de kiraya vereceğiz kulağın delik
olsun ev arayan olursa haber ediver. Apartman içinde ya tanıdığa vermek
istiyoruz. Ama aile olsun hanım komşuluk istiyor.
İlk
defa bu kadar konuşmuştu bu adam.
Çantayı aldım içinde eşyalarım vardı bornozum ve bir kaç parça eşya
daha. Bir not bulurum umuduyla baktım ama hiç birşey yoktu. Sadece oyuna çıkarken
bana verdiği tavşan ayağı.
O yaz
Kürk Mantolu Madonna'yı okumuştum benim için artık O benim Maria Puder'im di belki de ölmüştü hastaydı,
belki o yüzden kaçtı benden belki de karnında çocuğumu taşıyordu o son
sevişmeden yadigar. Çok istedim Çanakkale'ye gidip Onu aramayı ama gidemedim
bir güç tuttu beni. Ya parasızlığı bahane ettim ya zamansızlığı kendime. Sonra başka
aşklar başka insanlar, başka meşgaleler girdi araya ya da kısaca zaman ve ben
unuttum. Ya da unuttuğumu sandım. Ama
işte bugün görünce kendisini her şeyi satırı satırına hatırladım sanki tekrar
yaşadım hepsini bir kaç saniyede.Daha önce bir kaç kez sosyal medyada aramıştım
ama hiç sosyal medya hesabı açmadı kendine ya da kendi ismiyle açmadı
bilmiyorum. Şimdi ise işyerimin altındaki Kafede oturuyordu işte yanına gitmeli
miydim bilmiyorum...
...Gittim.
Yaşlanmış olması gerekirdi.59 yaşındaydı ama sanki ben daha yaşlı duruyordum
yanında. Ne saçında bir tel beyaz ne de
öyle abartılı bir kırışıklık yüzünde.Hala narin, hala gözleri ışıl ışıl ve
dudakları çok güzeldi. Hemen tanıdı beni ne yapacağımızı bilmeden baktık sonra
sarıldık birbirimize,biraz mesafeli tabi.
Anlattık
birbirimize neler yaptığımızı geçmişe hiç girmeden.Bursa'ya dönmüş babasının
evine yerleşmiş, (bizim evimize) . Bir oğlu varmış 23 yaşında Onunla beraber
yaşıyormuş.Eşinden boşanmış yıllar önce.;
-Sana bir
açıklama borçluyum biliyorum
dedi Deli gibi merak ediyordum ne olmuştu neden gitmişti ama vazgeçtim birden.
Neyi değiştirecekti ki kafamdakileri yıkmaktan başka 27 yıl sonra.
-Hayır
dedim O borç zaman aşımına uğradı. Sen benim Maria Puder'im oldun kafamda,
öyle kal. Ben herşey için kendimi suçladım, gerçekler farklıysa 27 yıllık hayal
yıkılır bırak kafamdaki gibi kalsın..
Teşekkür
etti her şey için. Birazdan oğlu geldi tanıştırdı bizi. İyi ki23 yaşındaydı
çocuk. 26 yaşında olsa benim çocuğum olduğuna yemin edebilirdim. O kadar
benziyordu bana.Ayrılırken bir dakika beklemesini rica ettim. Arabaya koşup
bana bıraktığı ve o günden beri yanımdan ayırmadığım tavşan ayağını aldım ve
geri verdim;
-Aaa inanmıyorum
bunu hala saklıyor musun?
-Hiç ayırmadım
yanımdan.
-O zaman yine
sende kalsın. O artık senin uğurun
-Bana yeterince
yardım etti zaten. Bu sana babandan hatıra, babaların hatıraları çocuklarında
kalmalı.
Tekrar
sarıldık, ağlamaya başladı, eski günlerdeki gibi yanağıma bir öpücük kondurdu ve oğlunun
arabasına doğru yürüdü.
Yüreğimin
bir yerlerinde açık kalan bir dairenin tamamlandığını hissettim. Mutlu muydum
değil miydim tarif edemiyorum....
*Tuval :Eğitim
Fakültesi yakınlarında o zamanlar faaliyet gösteren bir cafe
**Sönmez : Heykel'deki Sönmez İş Sarayı
***
İnkaya :Uludağ Yolundaki Tarihi
Çınar
****Eğitim : Eğitim Fakültesi'nin ismini verdiği
Mahalleye giden dolmuşlar
*****Mahfel :1999 da yanan Setbaşı Köprüsü'nün yanıdaki
Bursa'nın tarihi çay bahçesi
******Burç
:Altıparmak Caddesindeki BUrç
Pasajı O zamanlar sineması kitapçıları ve fast food restoranları ile
öğrencilerin gözde mekanıydı.
*******
Fethiye Kültür Merkezi: Bursa'nın Fethiye Mahallesinde bulunan İlahiyat
Fakültesi binasının yanındaki Uludağ Üniversitesine ait Kültür Merkezi
Ertan
EKMEKÇİ
2011-2020
BURSA
-