Ruh bir savaş alanıdır,akıl ve muhakemenin tutku ve iştahla çarpıştığı...
Cibran








Özgürlük ve düzen hiçbir zaman hiçbir yerde birlikte var olmamışlardır; hiçbir zaman ikisinden de vazgeçilemedi

Benden, onlara benzer olmayı beklemeyin,
Ve onları yineler olmayı beklemeyin.
Herkes yeniliğine varır, kendi kalırsa.
Kimseden bana benzer olmayı beklemeyin

Özdemir Asaf


Bu Blogda Ara

Sayfalar


28 Mayıs 2021 Cuma

YALANCI!!!

 

Güneşin kalın giydiğinde yaktığı ince giydiğinde ısıtmadığı mevsim geçişleri vardır ya, üstündeki kışlık giysini - zırhını- inatla çıkarmak istersin,yanmaktan bunalmışsındır... Çıkarırsın ve üşürsün.Üşüdüğüne inanmak istemezsin, gölgelerden kaçar, güneşin vurduğu yalancı sıcaklıklara koşarsın, bölgesel ısınmalardan mutlu olursun, sana iyi geldiğini iddia edersin. D vitamini depoluyor, enerjiyle doluyorsundur güya. Ama içten içe üşüyor, ve ne kadar kabul etmesen de bu güneşle kamufle olmuş  soğuğun seni hasta  edeceğini  de biliyorsundur. Ve çok geçmeden güneş kaybolur, soğuk gerçek yüzünü gösterir. Hemen ceketini, montunu geçiririsin sırtına, artık zırhını kuşanmışsındır ama heyhat, soğuk çaktırmadan -aslında çaktırarak- vücuda sızmıştır. Soğuğu yiyen bünye şifayı kapmış, yarayı almıştır, zırh faydasızdır artık.

Mevsim geçer, soğuk kaçmış, muzaffer güneş gerçekten ısıtmaya başlamıştır. Ama yaralısındır şimdi, zırhı çıkaramazsın, yaranın mikrop kapacağından korkarsın.

Mevsim geçişimdeki güneşimdin sen benim. Bazıları yalancı bahar diyorlar sana, ama ben diyemem. Dilim varmaz sana yalancı demeye. Ben gönüllüydüm sana inanmaya,  Şubat güneşine kanan meyve çiçekleri gibi masum değildim. Ardından gelecek soğuğu bile bile açtım sana kendimi. Yalanı sen söyledin,  ama kendimi ben kandırdım.

Yoksa sana yalancı demek işin en kolayı.

23 Nisan 2020 Perşembe

TAVŞAN AYAĞI


TAVŞAN AYAĞI
eski ve gizli sevgililere...
Neredeyse 30 yıl olmuş, böyle söyleyince garip geliyor insana, 30 yıl öncesindeki bir yaşanmışlığı konduramıyorsun kendine,  sanki hala 20lerindeymişsin gibi.  Zaten 30 değil 27 yıl olmuş tam hesaplayınca-şimdi daha iyi hissettim sanki kendimi- unutmak isteyip, hiç dillendirmeyerek unutulacağını sandığım hikayem yaşanalı tam 27yıl olmuş. Bugün Onu görünce hiçbir anını unutmadığımı fark ettim tekrar.
Düşünüyorum da, aslında 30 yıldır- yani 27-  bütün ilişkilerimde hissetmişim bana yaşattıklarının etkisini.
Üniversitede 2. Yılımdı 19 yaşındaydım. Eğitim Fakültesi’nin çok güzel bir  bahçesi vardı yerler çim, ağaçların cinsini hatırlamıyorum ama güneşi sokmazlardı alana, baharda havalar biraz düzelince kantinde  hiç öğrenci kalmazdı çayını kapan soluğu bahçede alır çimlere yayılırdı.  Ben soğuk havalarda daha çok severdim bu bahçeyi . Daha sakin olurdu çünkü, yağmur yağdığında  yeşil canlı parlak bir görüntü sunardı, kar yağdığındaysa yeşil ve beyaz harikulade görünürdü. Gerçi kar az yağardı ve kar yağdığında bahçe sakin olmazdı  ama ben şanslıydım. Eğitim Fakültesi öğrencisi olmadığım için öğrenciler dersteyken sakin yakalayabiliyordum. İşte böyle sakin bir anında bahçenin tanıştım Onunla.
Ev arkadaşımla sabaha kadar din tartışması yaptıktan sonra gün ağarırken sızmıştık. Öğleye doğru biraz da karnımın açlığı ve üşümeyle uyandığımda ev arkadaşım evde yoktu. O hayvan nasıl kalkıp sabah dokuzda derse gidiyordu o zamanlar, hala anlayabilmiş değilim. Evde tek başıma kahvaltı etmekten nefret ederim, zaten evimizde de kahvaltılık bir şey hazırda olmazdı hiç. Gidip bakkaldan almak gerekirdi. Bakkala kadar gideceğime  eve  yakın olan Eğitim Fakültesi’ne gider kantinden bir sucuklu tost yaptırır yerim, hem birkaç tanıdık da görür laflarım diye düşünüp okula  gitmiştim.  Kasım ortalarıydı hava yeni yeni soğumaya yüz tutmuştu.  Sabah ben uyurken bayağı yağmur yağmış her yer ıslaktı hala da aralıklarla çiseliyordu. Kantine gittiğimde ders saatiydi kimseler yoktu. Eğitim Fakültesi o zamanlar öyleydi yüksek lise derdik biz. Bizim bölüm gibi her saat kantinde birileri bulunmazdı, ders saatinde bomboş olurdu. Hoş bizim fakültede de o kalabalığa rağmen tanıdık üç beş kişi çıkardı. Eğitimdeyse herkes birbirini tanırdı. Dedim ya yüksek lise gibiydi. Tostu  su bardağında çay eşliğinde, yeni yanmaya başlayan kaloriferin yanında yedikten sonra çok sevdiğim bahçede turlamaya çıktım. Bahçenin  yabancı dillerden resim müzik  bölümlerine bağlanan kısmında ciddi bir kot farkı vardı. Resim bölümü öğrencileri de hocaları eşliğinde bu yükselti farkından yararlanarak taş bir oditoryum inşa etmişlerdi. Hiç gösteri yapıldığını görmedim orda ama hoş duruyordu. Çevredeki evlerden çocuklar falan girip  oyunlar oynardı bazen . Oditoryuma doğru yürüdüm ben de, her taraf ıslak olduğu için oturamıyordum hiçbir yere, yürüyordum durmadan bu yüzden.  Oditoryumda bir kız, çocukların daha önce çizmiş olduğu sek sek alanında kendi kendine sek sek oynuyordu. Yaşı öğrenci gibiydi ama kıyafetleri eğitim fakültesi öğrencilerine benzemiyordu. Diz altı  gri bir etek giymişti üzerinde de deri bir kaban vardı ama içi kürklülerden değil, belden kuşaklı trençkot tarzı.  Başında da el örgüsü kahverengi bir bere. İlk iletişimi kurmak hiç becerim olmadığı halde ortamdan  aldığım cesaretle – biraz da medeni olmam gerektiğini düşünerek utanma pahasına herhalde-  -Merhaba   dedim. Kafasını kaldırdı baktı ve   hiç duraksamadan
-Sek sek bilir misin? Dedi
-Kim bilmez ki.Dedim.
-Ben yeni öğrendim sayılır     dedi oyuna devam ederek.  Ardından yandı ve ;
-Madem biliyorsun hadi göster marifetini
Öyle buyurgan bir şekilde söylemişti ki bunu, itiraz etmeyi düşünememiştim bile. O gün yağmurda oynadığımız sek sekle tanışmıştık. “Üşüdüm çay içelim” dedi bir süre sonra ve fikrimi bile sormadan yabancı diller bölümüne doğru yürümeye başladı. Islak çimlerin üstünden   kaymadan tırmanmaya çalışarak.   Hiç sevmezdim o kantini, şurada burnumuzun dibinde resim bölümünün kantini varken neden yabancı dillere gidiyoruz diye cılızca  itiraz ettim.  “Kantine değil Tuval’*e  gidiyoruz” dedi. Ve ekledi benim şaşkın bakışlarımı sanki ensesiyle görmüşçesine  “önce arabamı alacağız o yüzden ters yöne gidiyoruz”  O zamanlar arabaya  binmek çok önemliydi bizim gibiler için. Hele benim için,ne ailemin arabası vardı  lisedeyken nede herhangi  bir arkadaşımın.  Ben üniversiteye gelince babam benle yaşıt bir araba almıştı benden daha yaşlı motosikletimizi satarak. Ben de o yaz araba kullanmayı öğrenmiş, Osmancık'a sürücü kursu açılmadığı için de hemencecik emniyetten ehliyet alıvermiştim yaşım tutar tutmaz. Arabaya daha ne doymuş ne de alışmışken okullar açılmış ve Bursa'ya dönmüştüm.Hasbelkader hususi bir otomobile bindiğimde 5 yıldızlı bir otele girmiş gibi hissederdim kendimi, ortamımdan uzak olduğum için huzursuz,   herkesin giremediği  bir yerde olduğum için ayrıcalıklı –hoş o zamanlar bu benzetmeyi yapamazdım, hiç 5 yıldızlı bir otele gitmemiştim çünkü- Bu yüzden okulun hemen dışındaki bir yere arabayla gitmek saçma geldiği halde itiraz etmemiştim. Ama o arabaya biner binmez açıklama yapmıştı yine de “bugün öğleden sonra dersim yok, okula tekrar dönmeyeceğim o yüzden arabayı da almak istedim”
Almanca bölümünde öğretim görevlisiymiş.32  yaşındaydı ama  -ufacık tefecik bir şey olduğu için sanırım- hiç göstermiyordu. Kıyafeti olmasa öğrenci olmadığına ihtimal dahi vermezdi kimse.O gün bir saat kadar oturduk Tuval’de; “Birazdan öğrenciler doluşur buraya,  rahat vermezler bana, ben Heykel’e gideceğim işin yoksa sen de gel sohbet ederiz”  diyerek  davet etti beni.  Havalara uçtum tabi. Çok keyif almıştım geçirdiğim 1,5-2 saatten. Lafa girdiğinde korkmuştum sohbet bitecek diye. Akşam 8’e kadar gezdik. İnkaya'ya***çıkardı beni,  çay içtik.  Durak Muhallebicisi'nde kuru pilav ısmarlamıştı bana, çok utanmıştım ama sen öğrencisin diyerek zorla o ödemişti. 8’de beni eski YKM’****nin önünde bıraktı. Setbaşı'nda oturuyormuş, oradan evine çıkacaktı beni de Eğitim dolmuşlarına bırakabileceği en yakın yere bırakmıştı.  Sönmez’in** arkasındaki 152 Evler dolmuşlarına kadar yürümüş ama binmemiştim dolmuşa. Biraz daha yürümek istemiştim, biraz aşağıda eski Tekel binasının yanından Beyazıt dolmuşları kalkardı, evime yakın mesafeye giderdi onlar da. Onlara binerim diye düşünmüştüm. Ama  o mesafe de kesmemişti yürüme isteğimi. Devam ettim dolmuş güzergahında yürümeye yoldan binmeyi umarak ve bayağı yürümek zorunda kalmıştım, yolda yolcusunu indirmiş bir dolmuşa rast gelmek için. Neredeyse yolun yarısını yürümüş, iyice üşümüş ve ara sıra çiseleyen yağmurla farkında olmadan ıslanmıştım. Evim  soğuktu ve banyomuz da yoktu sıcak bir duşla ısınmak için. Yine de hiç mutsuz değildim, adını koyamıyordum ama mutluydum keyifliydim. Anlatmaya, konuşmaya son derece meyilli biri olmama rağmen ev arkadaşıma o gün yaşadıklarımla ilgili hiçbir şey anlatmamıştım. Meraklı sorularını geçiştirmiştim. Neden böyle yaptığımı bugün bile tam olarak adlandıramıyorum ama o gün bu konu ile ilgili hiçbir şey söylememem, sonrasında da benim için zor olan ketumluğu kolaylaştırmış, sanki birine bir gram bir şey anlatsam her şey bozulacakmış hissi yaratmıştı, bir nevi totem gibi.
Ertesi gün yine gittim Eğitim Fakültesi'ne , çok hoşlanmıştım bu genç hocanın sohbetinden, aurasından, tabi benden 13 yaş büyük bir genç kadından hoşlanmak olarak yorumlamıyordum bu ilgimi. Kendime itiraf etmiyordum,  o genç yaşımda benden daha yaşlı bir gence ilgi duyabileceğimi.En azından ilk günlerde yapamıyordum bunu . İlk defa Eğitim Fakültesi'ne girdiğimde resim bölümü kantini yerine O'nu ilk gördüğüm oditoryuma gitmiştim. Müzik bölümünden iki sevgili tartışıyordu, beni fark ettiler ve sanki onları dinlemek için özellikle gitmiş de yakalanmış gibi utandım. Yukarı müzik bölümünün kantinine çıkmayı planlarken, yaşadığım utancın etkisiyle tanıdık birilerini görme ihtiyacı hissettim ve resim kantinine doğru ilerledim.Vaktimin büyük bir kısmını bu fakültede geçirdiğim halde, buranın öğrencisi olmadığım için tam olarak rahat hissetmezdim kendimi. Eğer bir tanıdık göremezsem yalnız geçirdiğim her dakika diken üstünde gibi olurdum ama bir tanıdık görüp de yanına yamandım mı rahatlardım bir anda. Tabii zamanla tanıdıklar çoğalınca bu duygu da azaldı ama hiç kaybolmadı. İşin kötüsü kendi fakültemde, kendi kantinimde de aynı rahatsızlığı yaşardım. Sanki birisi ne işin var burada diyecekmiş gibi bir tedirginlik yaşar, hiç bir zaman kendimi ait hissetmezdim oraya. Lisedeyken  bırak kantini devamlı takıldığımız kafelerde, bile yaşadığım rahatlığı ve güveni üniversite  hayatım  boyunca hiç yaşayamadım. Şanslıydım bir sürü arkadaşa rastladım.Güven sorunu yaşamadım yani. Ama güven sorununu çok daha fazla yaşayacağım müzik bölümü kantinine gitmek için yanıp tutuşuyordum yine de. Bir bahane bulsam da gitsem diye hiç bir sohbete konsantre olamıyordum. Buna rağmen  o güne kadar adımımı atmadığım kantine gitmek için bir bahane bulamadım etrafımdakilere söyleyecek ve ben eve gidiyorum diye çıkıp, kimse ters yöne gittiğimi görmesin diye çıkışa kadar gidip, diğer yoldan bu sefer kimseye rastlamamayı umarak müzik bölümü kantinine gittim. Kantine girerken aklıma eğer Onu görürsem bu kantinde ne aradığımı nasıl açıklayacağım geldi ve nabzım hızlandı ama maalesef kantinde onu göremedim. Bu yer altındaki ruhsuz kantinde meraklı bakışlardan kurtulmak için gelişime bir bahane uydurmaya çalışarak kantinden gözüme ilişen ilk şey olan çubuk krakeri satın alıp çıkmaya çalıştım. Öyle hızlı davranmışım ki kapıdan çıkarken birine çarptım ve çarptığım kişinin kim olduğuna bakmadan, kaçamak  bir özürle kaçmak istedim.  Çarptığım kişi bizim tiyatro kulübünden yabancı dillerde üstelik de Almanca'da okuyan  bir arkadaşım. Napıyorsun burada hayırdır diye tanışıklık vermese yeminle tanımadan gideceğim o kadar panik olmuşum nedense. Tanrım dedim içimden, hayatım kurtuldu, birden nasıl samimi davrandım, o kadar samimi olmadığım birine kendime şaştım. Kulüptendi ama öyle her çalışmaya falan gelen bir tip değildi. Bize çok takılmazdı açıkçası benim de ona karşı bir  soğukluğum vardı . Bir keresinde anlamsız bir tartışma çıkarmıştı ben tartışmaya dahil değildim ama tavrına gıcık olmuştum. Allahtan kız çok samimi davranmıştı da benim iki yüzlü tavırlarım çok batmamıştı. Çay içmeye davet edince beni, ayıla bayıla atladım. Hem kantinde vakit geçirmek için bahanem olmuştu hem de O'nu görebilme şansım biraz daha artmıştı. Biz çay içene kadar belki gelirdi belli mi olur.Gelmese de kantine girmek için artık bahanem vardı. Bayağı koyu bir sohbet yaptık.Hatta konu kapandıkça biraz daha orada kalmak için yeni konular açıyor sohbeti uzattıkça uzatıyordum - O arkadaşım  ile o güne kadar ve o günden sonraki bütün sohbetlerimizi toplasan o gün yaptığımız kadar sohbet etmemişizdir.Hatta kız acaba Ona asıldığımı falan düşünür mü diye tedirgin bile olmuştum. Ama asıl korkum arkadaşımdan çok çevredekilerin böyle düşünmesi idi.Nedense çevrenin, hatta hiç tanımadığım insanların bile benim hakkımda yanlış düşüncelere kapılması  kabus gibi bir şeydi benim için. Şimdi bile öyle  sayılır, çok değişmedim sanırım- yine de yetmedi.Bizim kantinde oturduğumuz sürece kantine gelmedi.Arkadaşıma O'nu sordum bir punduna getirip; "Çatlağın tekidir" dedi. "Ne zaman nasıl davranacağı belli olmaz, öğrenciler çok seviyorlar ama" dedi "ben pek sevmem, güven vermiyor bana"  Seni kim sevsin dedim içimden. O'nun hakkında böyle konuşması canımı sıkmıştı. Hocaların kantine çok sık gelmediği aklıma düştü birden ve bu düşünce sohbeti de bitirme nedenim oldu zaten.
Arkadaşımdan ayrılıp eve doğru gidecekken , yabancı dillerin kapısında gördüm O'nu. Nabzımın kaç olduğunu bilmiyorum ama başımdan ayağıma titredim, seslenmek istedim sesim çıkmadı, koşup yetişeyim dedim yapamadım ama istemsiz bir şekilde hızlı hızlı yürümeye başladım ve dış merdivenlerde yetiştim. Hiç bir şey söyleyemiyordum sadece yaklaştım nerdeyse ensesindeydim hissetti beni ve aniden dönüp küçük bir çığlık attı. "Napıyorsun sen"dedi. "korkuttun beni" 
-Kusura bakmayın  hocam dedim korkutmak istemedim, sadece bir merhaba demek için size yetişmeye çalışıyordum.Nihayet dilim  çözülmüştü ama çok  da utanmıştım.
-Merhaba o zaman dedi. Ama ben senin hocan falan değilim. Sen İİBF öğrencisisin, ben yabancı diller öğretim üyesiyim. Ben senin sek sek arkadaşın olabilirim ama hocan olamam dedi.
 Çok mutlu oldum bu yaklaşıma ama ne diyeceğimi de bilemedim  baktım kaldım yüzüne. Yine lal oldum birden. Kafamdan milyonlarca şey geçiyor ama bir şey diyemiyorum. Konuşamadığım her salise bir yıl gibi geçiyordu, hava buz gibi ama beni ateşler basmıştı.  Baktı yüzüme muhtemelen kızardım, gülümsedi ,
-Tiyatro çalışman mı var, o yüzden mi buradasın?dedi.
-Yok dedim çalışmam yok. Soran gözlerle yüzüme baktı eee  neden buradasın o zaman der gibi.
-Evim burada ya diye devam ettim. Sıkıldım evde, arkadaşlarla laflamaya gelmiştim, bu fakültede daha fazla arkadaşım var dedim.
-Geçti mi sıkıntın?
-Efendim?
-Sıkıntın diyorum, canın sıkılmış ya laflamaya gelmişsin arkadaşlarınla lafladın mı?
Birden salak gibi hissetmiştim kendimi. Sanki söylediğim yalanı anlamış onu görmeye geldiğimi biliyormuş da benimle alay ediyormuş sanmıştım.
-Tabii  dedim buldum arkadaşlarımı konuştuk O sırada müzik bölümünde okuyan bir hemşehrim merdivenlerden çıkmaya başladı selam verdi, abartılı bir şekilde karşılık verdim sanki Ona burada çok seviliyorum herkesi tanıyorum asla senin için gelmedim demeye çalışıyordum.
İlgisizce "tüh" dedi. Bu sefer ben ona soran gözlerle bakmıştım şaşırarak.
-Sıkıntın geçmediyse benimle alışverişe gel diyecektim dedi. Benim karar vermeme de yardımcı olurdun alış veriş yaparken çok kararsız kalırım ben
Birden atılarak "gelirim" dedim Artık suratımda nasıl bir ifade olduysa gülmeye başladı. Ben konuşmaya devam ediyordum.
-Bir işim yok nasıl olsa, eve gideceğime sana şey size yardım ederim  dedim.
Gülmesi kahkahaya döndü birden ortalıkta pek kimse yoktu ama yine de biri bizi bu halde görecek diye ödüm kopuyordu  okulun merdivenlerinde -arkadaşımın deyimiyle- çatlak Almanca Hocası yüzüme bakarak  bana kahkaha ile gülüyordu sonuçta. Önce benim sevindirik halime gülüyordu sanırım, sonra da şaşkın ve tedirgin halim iyice komik gelmeye başlamıştı. merdivenlerden hızlıca  inerek (merdiven dediğim de taş çatlasa 7-8 basamaktır) koşar adımlarla otoparka doğru yürürken, bana da eliyle gel işareti yaptı. İkiletmeden peşinden gittim hala kahkaha atıyordu. Arabaya bindi ben de yanına oturdum.  Emniyet kemerini bağlarken  biraz sakinledi (o zamanlar emniyet kemerini bağlamak polis kontrolü yoksa uzaylıların falan yapacağı bir şeydi.  O hep kullanırdı beni de bir kaç kez uyarmıştı ama ben ona karşı sanki kimliğimi korumak gibi görüp asla bağlamamıştım. Sıkıyor der geçiştirirdim Allahtan fazla üstelemezdi yoksa aynı dirayeti devam ettiremeyebilirdim)  Arabayı hareket ettirmeden önce tekrar bana baktı ve bu sefer daha şiddetli bir şekilde kahkaha atmaya başladı. Ben de rahatlamıştım ne de olsa arabada bizden başka kimse yoktu ben de kahkaha atmaya başladım. Eski Tıp Fakültesi'ne kadar anlamsızca güldük. Tıp Fakültesi'nden Ankara Yolu'na çıkan kavşakta bir minibüs aniden önümüze kırınca kahkahamız kesildi. Sanki az önce delicesine kahkaha atan O değilmiş gibi kornaya asıldı yarı Almanca yarı Türkçe küfürler savurmaya başladı. Sert hareketlerle minibüsü solladı sollarken el kol işaretleri  ile şoföre arabanın içinden küfürler etti sonra da camı açıp var gücüyle "Camıııış" diye bağırdı.
Ben öyle gerilmiştim ki korkudan altıma edecektim nerdeyse. Şoförü tanıyordum Eğitim'in 313 plakalı minibüsünün şoförüydü, durağın en afili arabasının 1.90 boyunda, mahalle sakinlerinin ve duraktakilerin Yakışıklı diye hitap ettiği bıçkın bir delikanlıydı bu şoför.. Ağır Abi takılıyordu. O mahalle de oturduğumuz için çok sık biniyorduk muhabbetimiz de oluşmuştu. 313 bizim de ev arkadaşımla bir sene önce yurt odamızın numarasıydı oradan bir sempati beslemiştik herife ne gereği varsa. Arabalar dursa ve kavga çıksa bu "Yakışıklı" beni hacamat ederdi. Allahtan kimse durmadı ve devam ettik yola. Ama ben bir daha 313 plakalı minibüse hiç binmedim gıcık olmuştum artık adama ya da arabanın içinde beni görmüş olmasından da korkuyor olabilirdim tabii. Saatler gibi geçen bir dakikadan sonra dönüp bana;
-Ne oldu dedi. Neden sizli bizli konuşmaya başladık. Sana senin hocan değilim dedim. Dün böyle değildin okul merdivenlerinde konuşunca mı böyle oluyor?
-Bilmem dedim herhalde öyle oldu farkında bile değilim nasıl hitap ettiğimin. Yalandı eşşek gibi biliyordum nasıl hitap ettiğimi. Hatta bir yerde önce sen deyip sonra sizle düzeltmiştim. O da farkındaydı yalanımın ama yüzüme vurmadı. Neden o kadar güldüğünü o zaman anlamıştım.
-Ben hiç sevmem sizli bizli konuşmayı, benim öğrencim değilsin, arkadaşım olacaksan da ismimle hitap etmelisin tamam mı deyip, cümlenin sonunu ismimi vurgulu bir şekilde söyleyerek tamamlamıştı. İsmimle bir sorunum yoktu ama daha bir sevmiştim birden ismimi. Ne kadar kulağa güzel geliyormuş  ismim.Tamam deyip ben de Onun ismini ekledim tamamın kuyruğuna. Onun kadar güzel ve vurgulu söylemeye çalışarak.
O gün hayatımın en eğlenceli alışverişini yaşamıştım. Gitmediğimiz yer kalmamıştı,  Altıparmakta girmedik mağaza bırakmadık, Kapalı Çarşı'da ayakkabıcılar arastasını talan ettik, Heykeldeki çok katlı mağazalar , alt geçitler, hiçbiri gazabımızdan kurtulamadı her yerin altını üstüne getirdik, daha doğrusu O getirdi ben sadece yancısı gibiydim. Gerçekten çok kararsızdı, seçtiği her şey bana güzel geliyordu ama yine de sırf bir şey söylemiş olmak ve görevimi yerine getirmek için birini seçiyor sebebini sorarsa saçma sapan bir şeyler uyduruyordum genelde de çok ciddiye almıyor, seçenekleri ikiye düşürebildiysek ikisini birden alıyordu. Böyle bir alışveriş o zamana kadar görmemiştim, deli gibi para harcıyordu. O an öğretim görevlilerinin çok para kazandığını sanarak ciddi ciddi acaba öğretim görevlisi olsam mı diye düşünmeye başlamıştım. Bizde alışverişler genellikle annem babam kardeşim ve ben beraber yapılırdı. Gittiğimiz mağazalar hep belli yerlerdi, genelde tanıdık olan mağazalara gidilirdi, en uygun şeyler beğenilir, babam son anda çok ihtiyaç var mı buna der, annem evet der babamın surat asılır ve sonra satıcı ile pazarlık başlardı. Bazen annem babamın bu çok ihtiyaç var mı sorularından bunalır sinirlenir, yok ihtiyaç falan deyip seçilen ürünü de bırakır gözleri ağlamaklı olarak kapıya doğru giderdi. O zaman o ürün babam tarafından yine söylenerek ama fazla pazarlık yapılmadan alınırdı. Ben bunları düşünürken  bana ;
-Senin beğendiğin bir şeyler yok mu? diye sordu Artık son duraktaydık. Bir gün önce beni bıraktığı yerdeki YKM'nin içindeydik bu sefer. Ona alışverişteki yardım görevimi hatırlayıp hemen sağıma soluma baktım ve sarı ama bayağı canlı bir sarı boğazlı bir kazak bulup getirdim ona.
-Bu güzel bence, sana da çok yakışır dedim. Bir kahkaha attı;
-Salak dedi sevimlice,  ben sarıyı hiç sevmem,  hem ben senin kendin için beğendiğin birşey yok mu diye sordum.
1. sınıfın yaz tatiline girerken Altıparmakta bir mağazadan bursumla fermuarlı bir gömlek almıştım kendime ve bu benim kendi başıma yaptığım ilk kıyafet alışverişi idi çok büyümüş hissetmiştim kendimi. Oysa şimdi "yeni arkadaşım" öyle ilginç bir şekilde alışveriş yapıyordu ki nutkum tutulmuştu ve bana kendim için bir şey alıp almayacağımı soruyordu. Hem de YKM'den oraya benim param nasıl yetsin, bir de günlerden Perşembe, babam bana her pazartesi para gönderirdi ben de hafta sonuna kadar parayı bitirir pazartesiyi iple çekerdim. Param yaşamak için ancak yetecek düzeydeydi yani bırak alışveriş yapmayı. 
-Yok  dedim acele ile. Bir ihtiyacım yok. Geçen ay memlekette bayağı bir alışveriş yaptım. Israr etti sanki param olmadığını anlamışçasına
-Hadi ama ben bir sürü şey aldım sana da alalım bir yer biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar, ben alacağım bugün bana katlandığın için bir hediye.
Daha neler, hem param yok hem de dün tanıştığım bir kıza kendime öteberi mi aldıracaktım. Üstelik içten içe bu kızdan bayağı hoşlanmaya başlamıştım o ne kadar arkadaşlık dese de daha önce defalarca yaşadığım, seni arkadaş olarak gören kızlara aşık olma sathı meyiline çoktan girmiştim ben
-Ne münasebet dedim. Ben hediye için mi senin yanındayım? Hani arkadaştık Çok afili laf etmiştim kanımca kendi kendimi gaza getirip devam ettim hatta biraz da yükselerek sanırım. Demek ki yarın sen benim için bir şey yapsan hemen hediye bekleyeceksin benden.
-Tamam canım ne sinirleniyorsun dedi Omuzlarını silkerek. İstemiyorsan almayız. Seçtiklerini yüklendi ve kasaya doğru yürüdü. Yürürken; seni de kendim gibi sandım pardon dedi tavırla ve ekledi gülümseyerek, yaptığı tavrı ciddiye almamamı istercesine, ben hediyeye hiçbir zaman hayır demem çünkü. 
Cevap vermedim bekledim ödemeleri yapmasını, kasaya gitmedim ne kadar harcadığını öğrenmek istemedim zira oraya gelene kadar zaten benim bir ayda harcadığım paraya yakın bir harcama yapmıştı ki ben çevremdeki bütün arkadaşlarımdan daha fazla para harcıyordum . Alışveriş yaparken cimri davranan babam, benim Bursalarda sıkıntı çekmemem için evde kendi yediklerinden kısıyor, hafta sonları Osmancıkta muhasebe defterleri tutuyor ve beni oldukça iyi yaşatıyordu. Sadece kendimin değil arkadaşlarımın açıklarını da kapatıyordum çoğu zaman. Çıktık YKM'den
-Buradan nereye geçiyoruz dedim ve ekledim. Bence gezmediğimiz mağaza kalmamıştır.
-Yok artık arabaya gidelim,mağaza kaldıysa bile para kalmadı alacak iki yıllık alışveriş yaptım Haklıydı çok da yorulmuştuk, bu cevabı umarak sormuştum soruyu.
-O zaman sana arabaya kadar eşlik edeyim oradan da kaçayım ben
-Hoppalaa dedi, çanta dolu ellerini iki yana açıp belinden geriye doğru hafifçe esneyerek. Nereye gidiyorsun? Acıkmadın mı sen? Kaç saattir canımız çıktı ben kurt gibi acıktım senin acıkmaman imkansız genç oğlan. Buyurgan bir ifadeyle, Yemek yiyeceğiz hiçbir yere gitmiyorsun.
Bu genç oğlan lafı öküz gibi oturdu böğrüme kötü bir niyetle söylememesine rağmen, aramızdaki yaş farkını suratıma vurduğu için hiç hoşlanmadım ve tavrımı devam ettirerek,
-Acıktım tabi ama evde yerim dedim
-Olmaz dedi, ben yordum seni,benim doyurmam lazım, günün yarısını beraber geçirdik doğru dürüst laflayamadık bile iki çift de laf ederiz arkadaşım.
Asla yanından ayrılmak istemiyordum zaten ama, salak saçma gençlik triplerim devam ediyordu. 
-Tamam ama bir şartla dedim.
-Ooo dedi şartlı şurtlu yemek yiyeceğiz yani. Neymiş şartın?
-Yemeği ben ısmarlayacağım. Güldü;
-Tamam ama bir şartla dedi, soran gözlerle baktım,Yiyeceğimiz yeri ben seçeceğim.
Şimdi boku yedik diye geçirdim içimden. Bu şartı reddedemezdim, ama bu  kadar alışveriş yapan biri yemek yiyeceği yeri de alışveriş yaptığı hovardalıkla seçerse o hesabı ödeyemezdim. Gözümdeki tedirginliği hissetmiş olacak ki ekledi hemen;
-Merak etme çok pahalı bir yer seçmedim, itiraz edecek oldum parmağını sus işareti yapar gibi dudağıma getirip devam etti. Sessiz sakin, güzel manzaralı, ucuz ama emek yoğun bir yer dedi. Bu sırada arabasını park ettiğimiz yere doğru yürüyorduk. Öyle lüks bir yer değil, çok seçenek, mükemmel servis falan yok ama beğeneceğini umuyorum.
Arabayı kapalı çarşıya giderken Gümüşçeken Otoparkına park etmiştik. Alt geçitten karşıya geçtik  Bursa'nın meşhur lodosu esiyordu benim iki elimde onunsa bir elinde çantalar vardı, sağ elimdeki tek çantayı benden alıp kendi sağ eline geçirdi ve koluma girdi ve iyice sokuldu bana;
-Uçacağım bu rüzgarda tutmazsan beni dedi. Nasıl önemli hissettim kendimi anlatamam uçmasını engellemek istercesine kolumla kolunu sıkıştırdım iyice, artık her yere gidebilirdim onunla yemekle ilgili tereddütler falan kafamdan çıkıp gitti anlamsızca, yine de sordum az önce söylediklerinden anlamadığım şeyi;
-Emek yoğun derken ne demek istedin? Bulaşıkları yıkayarak falan mı ödüyoruz hesabı?
-Bu da bir yöntem tabii ama benin kastettiğim kendin pişir kendin ye idi dedi.Çok toydum hayat tecrübem o kadar azdı ki, Çorumdan gelmiş gözü henüz açılmamış bir gençtim ama her şeyi biliyormuş gibi yapıyordum herkese. Bilmediğim şeyler konusunda konuşmaz, bilmediğimi söylemez biliyormuş gibi konunu etrafından dolanır, hemen öğrenmeye çalışırdım, azıcık fikir sahibiysem çok şey biliyormuş gibi yaparak sadece bildiğim kısımlarından bahsederdim. Kendin pişir kendin ye sistemini de o zamanlar bilmiyordum ama bir kaç yol üstü lokantasında tabelalarını görmüştüm. Hemen fikir yürüttüm, şehir merkezinde böyle bir tabela görmediğime göre bunların hepsi yol lokantası gibi yerler olabilirdi. Hem gitmek istiyor hem istemiyordum, şimdi bu kendin pişir kendin ye nasıl bir şey, ne pişireceğim, ben yeni yeni pilav, çorba yapmayı  falan öğrendim onu da annemin notlarından bakarak ölçü hesabı yapıyorum orada bir şey yapamam diye düşünüyor istemiyor,bir yandan da hesabı ben ödeyeceğim hizmeti bize gördürürlerse çok pahalı olmaz diye içimden geçirerek gitmek istiyordum. Bu düşüncelerle ukalalığımı yaptım;
-Uzağa gideceğiz o zaman, yine dağ yoluna mı çıkacağız?
-Onu da nerden çıkardın? Dedi. Çok biliyormuş gibi ekledim hemen
-Yakınlarda Kendin Pişir Kendin Yeci yok ki. Öyle kendimden emin söylüyordum ki duyan bütün restoranları bilen bir gurme ya da şehre hakim bir taksi şoförü falan sanırdı beni.
-Yoo dedi gülerek. Ben bir tane biliyorum ve bayılıyorum, harika bir manzarası var,sessiz sakin sadece su sesi duyuyorsun dere kenarında kocaman bir yer.
İyice gerilmeye başlamıştım. Yakınlarda sadece Setbaşı Deresi vardı (Aslında derenin ismi Gökdere ama o zamanlar benim için Gökdere Eğitime**** giden dolmuşların geçtiği bir cadde ismi idi yolcular Gökderede kalayım dediğinde dolmuşun durduğu yer, dere benim için Setbaşı Deresiydi çünkü üstünde Setbaşı Köprüsü vardı, yeni yeni takılmaya başladığımız Mahfel *****bir yanında, sonradan takılacağımız Yener Ocakbaşı Mahfelle aynı sırada ama Derenin öbür yanında Tabipler Lokali de Mahfelin tam karşısında derenin tam üstündeydi sonradan kütüphane oldu Tabiplerin bulunduğu bina) ve oralarda hiç kendin pişir kendin ye tabelası hatırlamıyordum.Neyse dedim zaten çok da biliyor sayılmazsın buraları, öğreneceksin artık yapacak birşey yok. Onun yanından ayrılmak istemiyordum  sonuçlarına katlanacaktım bir şekilde. Arabaya bindik AVP'nin yanından çıkıp  Setbaşına geçtik daha köprüye varmadan Rafet Mağazalarının****** yanından sağa döndü , DSİ tesislerine varmadan durdu ne olduğunu anlamadan ben arabadan indi solumuzdaki iki kanatlı demir kapıyı açtı arabaya bindi içeriye girdi bir apartmanın otoparkı gibiydi burası ama sadece iki araçlık yer vardı ikinci olarak bizim arabamız park edilmişti.
-Nereye geldik dedim şaşkınca. Arabadan inerken ;
-Otopark kapısını kapatır mısın dedi cevap yerine. Sorgulamadan dediğini yaptım O ise bagajdan aldıklarımızı çıkartmaya başladı.
-Hani restorana gidecektik dedim. "Restorana geldik zaten" diye cevap verdi, çıkardıklarından bir kısmını bana vererek.
-Bunları neden alıyoruz arabadan o zaman diye sordum. Oflayarak;
-Ne çok soru soruyorsun ya dedi. Birazdan anlayacaksın.Bunun üzerine hiçbir şey diyemedim. Kaderime razı bir şekilde peşinden ilerledim.Arabayı çıkış yönüne ters bir şekilde diklemesine park etmişti, diğer araba da öyle park edilmişti. Zaten girdiğimiz cadde pardon sokak. Arnavut kaldırımı taşlı dar ama trafiği yoğun kısa bir sokaktı, bir ucu Setbaşı Caddesine diğer ucu Atatürk İlkokuluna bakıyordu trafiği durdurup geri geri park yerine girmek zordu.Arabaların önünün baktığı yerde sanırım 3 metre  civarında bir yüksekliğe  sahip, üzeri yer yer sarmaşıklarla kaplı bir duvar  ve duvarın üstünde de anlamlandıramadığım bir çatı vardı ve sanki daha çok sadece saçak olması için yapılmıştı. Arabaların sol tarafında ise 4 katlı bir apartman . Hiç tereddütsüz ezbere hareketlerle apartman kapısına doğru yöneldi, kare kapı kolunu sola çevirerek zorlanmadan açtı, metal, mavi gri karışımı kapıyı.Ben hala şaşkınlığımı atamamıştım etrafıma bakarken azarladı " hadisene ne bekliyorsun". Emri  ikiletmedim . İçeri girince hemen kapının sağında aşağı doğru inen bir merdiven vardı bir iki adım ileride de duvar dibinden yine solda yukarı doğru çıkan bir merdiven. Bildiğimiz apartman hollerinden çok daha dar bir holdü 4 kişi bir arada duramazdı holde. Aşağı doğru inmeye başladı ben de peşinden tabi. Merdivenin bitişinde sağda kömürlük kapısı gibi derme çatma bir kapı vardı bir kaç adım ileride de bir kapı daha ama bu yine metal bir kapıydı bu kapıyı da kapı kolunu çevirerek açtı. Ben çokça merak biraz da korku içinde takip ediyordum nereye gittiğimiz konusunda hiçbir fikrim yoktu ama bir restorana gitmediğimizden emindim. O kapı o an bana cennet bahçesi gibi görünen bir bahçeye açıldı. Kapı açılır açılmaz yüzüme vuran rüzgarı hissettim ve Setbaşı Deresi'nin cılız akış sesi çalındı kulağıma. Bahçe ışıklarının hafif aydınlattığı karanlıkta sanki dünyanın bütün bitkileri vardı, çimlerin arasında neredeyse kaybolacak  kare kare taşlardan  oluşan bir yol ve sonunda da o an bana bir Ortaçağ Şatosu gibi görünen Beyaz ahşaptan  bol camlı bir ev çıktı karşımıza.Yani tabi ki O biliyordu o evin orada olduğunu o yüzden benim karşıma çıktı demek daha doğru olabilir. O yürüyüp eve doğru gitti ben kalakalmıştım bahçeye girdiğimiz kapının önünde, böyle bir şey göreceğimi hayal bile edemezdim, sanki girdiğimiz kapı tavşan deliği idi O da Alice ve beni kendi Harikalar Diyarı'na getirmişti. "Ne duruyorsun gelsene" diye seslendi . Hızlı adımlarla peşinden yürüdüm. Evin kapısını bu sefer anahtarla açtı içeri girdi ışıkları yaktı hala ne yapacağımı bilmez şeklide şaşkın şaşkın ortamı inceliyor O'ndan onay almadan hareket edemiyordum.. Elimden çantaları aldı kapının yanındaki vestiyere koydu kenara çekilip sağ kolunu filmlerde gördüğüm lüks yerlerin garsonları gibi kırıp saygıyla eğilerek;
-Restoranımıza hoş geldiniz, bugün size özel açıldık.  Ben şef garsonunuzum gün boyu servisinizi ben yapacağım, menümüzde fırında deniz lüferi var. Aşçımız sizsiniz lüfer buzlukta, içecek olarak Martini, Beyaz Şarap  ve Kırmızı şarap var ama ben Beyaz Şarabı tavsiye ederim Lüferle iyi gider. Aslında rakı daha iyi giderdi ama ani geldiğiniz için hazırlık yapamadık stoklarımız tükendi. Yine de ısrar ederseniz gidip alabilirim. -Rolden çıkıp kendine döndü dişlerinin arasından fısıldayarak
-  Israr edersen öldürürüm bu yorgunluğa tekrar dışarı çıkamam.
O anki duygularımı kelimelerle anlatmam mümkün değil.Yaşadıklarımı bir Amerikan romantik komedi filminde görsem yok daha abartsaydınız derdim. Bunun bir ötesi kadının modern bir krallığın prensesi, geldiğimiz yerin onun şatosu olması ve birazdan çıkacak beklenmedik sorunlardan benim onu kurtarmam falan olurdu herhalde.  Ama ben  o gün sorunlardan kurtarmak yerine sorun çıkartan çocuktum,çok ciddi sorunlarım vardı bu romantik sahnenin içine edecek. Bir kere deli gibi yemek seçerim ve asla ağzıma balık sürmezdim, doğal olarak balık pişirmeyi de bilmiyordum, Lüfer denen canlıyı ilkokulda elektrikli bilgi oyununda duymuştum sadece, şeklinden bile bihaberdim . İçki içmeye yeni başlamış sayılırdım, bira içiyordum, rakı, cin ve votkayı denemiştim, cin ve votkayı sevmemiş, rakı tarafından ise maymuna çevrilmiştim.Şarabı ise deneme şansım olmamıştı nasıl bir içki olduğuna dair bir fikrim yoktu Martiniyi ise sadece filmlerden duymuştum.
-Yok ısrar etmem dedim ürkekçe sanki kendi sesimden korkar gibiydim ve ekledim
-Yalnız ben balık yapmayı bilmem ki?
-Bir şey yok ya herşeyi hazır fırına koyulacak sadece dedi ama sanırım benim yüzümdeki korku dolu ifadeyi gördü ve hemen müdahale etti
-Anlaşılan aşçımız hemen su koyverdi. Tamam aşçılık da bende o zaman bu gece. Ama kaytarmak yok hem aşçı yamağı olacaksın hem de komi. Salata sende, sofrayı hazırlamak da sende Hadi bakalım marş marş kurt gibi açım..
Son derece hamarat işe koyuldu ben de arkasından acemi hareketlerle dediklerini yapmaya başladım. Buzdolabından malzemeleri çıkardım salata yapmayı en azından teorik olarak biliyordum ve günün en güzel haberi geldi O da soğan sevmiyordu buna nasıl sevindiğimi anlatmam mümkün değil, geceyi kurtardım diye bayram yapıyordum soğan olsa salatadan da yiyemeyecektim çünkü. Daha önce elbette salata yapmıştım ama ellerim hiç pratik değildi bayağı yavaştım, salatanın yağ ve limon oranını O ayarladı, hala Ondan öğrendiğim aynı ayarları kullanırım salata yaparken ve en iddialı olduğum mutfak becerisi salatadır. Elbette Ona balık sevmediğimi, hiç şarap içmediğimi söylemedim  ve o günden beri balık yiyorum hatta en sevdiğim balık da lüfer. Şarapla sonrasında çok haşır neşir olduk ama Martini'yi o günden beri hiç içmedim. Sevmediğimden değil denk gelmedi. Zaten sevip sevmeyecek kadar tadını hatırlamıyorum. İçtiğimde çoktan sarhoş olmuştum.
Geriye dönüp baktığımda o gece kadar romantik,o gece kadar eğlenceli  bir gece yaşadım mı emin olamıyorum, şu gün de öyleydi  diyebildiğim bütün anılarımı kefeye koyduğumda ağır basan hep o gece oluyor. Biz o gece gerçekten arkadaş olduk, çünkü statülerimiz eşitlendi, o gece birbirimizi tanıdık geçmişimizi anlattık birbirimize, ufak tefek sırlarımızı paylaşmaya başladık ve sanırım ben o gece  aşık oldum.
Ben doğmadan 4 yıl önce  yıl Almanya'ya göç etmişler, 9 yaşındaymış daha. 21 yaşına kadar orada yaşamış. Almanya'da sosyoloji okurken babası iş kazasında vefat etmiş. Aslında harcadığı paranın bolluğu da oradan geliyormuş biraz, yüklü bir tazminat almışlar, şimdi de hala hem annesi hem de kendisi maaş alıyormuş Alman hükümetinden. Oturduğu ev de babasının emeklilik hayali imiş. Büyük Amcası da Almanyada imiş ve otoparkına park ettiğimiz apartmanı babası amcasıyla birlikte yaptırmış. Apartmanın bu gizli bahçesinde ki bu evi de kendileri için babası tasarlamış. İlginç bir evdi burası altıgen betonarme bir bina ama dış cephesini ahşap kaplamışlar ve beyaza boyamışlar. Etrafında başka bir bina yok ( yani bahçede yok)  ve her cephesinde kocaman camlar var. Girdiğimizde  soğuktu ev ama gitti yarı bodrum gibi bir yere sobayı yakayım diyerek ,hemen de geri geldi ve birazdan ev bayağı bayağı ısındı. Meğer "fuel oilli kat kaloriferi" varmış evde. Nasıl havalı gelmişti bu terim bana o zaman.  Küçük amcası da o apartmanda yaşıyormuş. " Çok munis bir adam" derdi amcası için "etliye sütlüye karışmaz çok az konuşur bu bahçenin bakımını o yapıyor ama benim için tamamen yabancı biri" diye anlatırdı. O eve gidip geldiğim  8 ay boyunca pek çok kez karşılaştım amcasıyla, tanıştırdı da beni. Her karşılaştığımızda  selam verirdim O ise başıyla karşılık verirdi sadece. Sesini duymazdım hiç
Babası evin  her yerini kendi çizmiş, yazları geldikçe başında durarak inşa ettirmiş"Çok para harcadı babam buraya" diyor "ama hiç içinde yaşayamadan öldü". Kalan kısımlarını- dış kaplamasını, kat kaloriferi kazanını diğer ince işçiliklerini  falan- O tamamlamış Türkiye'ye dönünce.
Babası öldükten sonra annesi Almanya'da kalmak istememiş, abisi ve annesi işi,  O da okulu bırakmış  hep beraber  yurda dönmüşler. Annesi Çanakkaleli olduğu için oraya yerleşmişler, "Annemin babamın yanında yaşayacağım onların da bana ihtiyacı var" demiş annesi. Kısa bir süre sonra abisi yapamamış Türkiye'de tekrar Almanya'ya dönmüş O da  DTCF Almanca bölümünü kazanmış okul bitince de sırf babasının hayali olan bu evde yaşayabilmek için gelip Bursa'da iş aramış. "Anneme de çok ısrar ettim ama hiç gelmek istemedi" diye anlatıyor içten içe belirlenen bir öfkeyle, sonra şarabından  hızlı bir yudum alarak devam ediyor."Aman be aslında iyi oldu bu yaştan sonra anneyle yaşamak zor olurdu şimdi  daha özgürüm hem de bu saray yavrusu gibi evde keyfimin sultanıyım" Bursa'da sonradan benim de yollarımın kesişeceği bir Alman firmasında yönetici asistanı olarak işe başlamış ama bir yıl sonra ayrılmış "Bana göre değildi kurumsal yaşam" diyor.
-Her gün cicili bicili giyin, bir başkasının ajandasını takip et, olmadık şeylerden azar ye milletin ayak oyunlarını görüp ses çıkarma, yapmacık gülümsemelerin uzmanı ol yok bana göre değil. Tamam iyi para veriyorlardı ama ihtiyacım da yok ki sağolsun rahmetli babamdan harcayabileceğimden fazlası geliyor zaten  deyip şarabını yudumluyor ardından şarabı püskürterek kahkahalarla gülmeye başlıyor.  Ben şaşkın gözlerle bakarken hem eliyle yaptığı işaretle özür diliyor hem de açıklama yapıyor gülmeye devam ederek
-Cümledeki absürdlüğü fark etmedin mi hem rahmetli diyorum hem sağolsun diyorum sarhoş oldum galiba. Sen çok yaşa baba dedi ve kadehini havaya doğru kaldırdı ve tekrar kahkahalarla gülmeye başladı bu sefer ben de ona eşlik ediyordum. Ne kadar güldük öyle bilemiyorum durup durup anlamsızca gülüyorduk sanırım gülmekten yorulunca durduk.
-Ortalığı toplayalım da ben gideyim dedim. Şarap da bitti baksana. Beyaz şaraptan sonra kırmızı şarabı da içmiştik. İlk defa içtiğim bu içkiyi o zaman pek sevmemiştim ama içmiştim, o gece ne verse içebilirdim, ikinci şişeye geçtiğimizde kırmızı şarabın tadını beyazdan ayırabilecek durumda değildim zaten o içtikçe ben de içtim.
-Hoop oyun bozanlık yok ben sana tüm hayat hikayemi anlattım sıra sende arkadaşım. Sen daha hiçbirşey anlatmadın. Hem daha Martinimiz var.
-Onu da mı içeceğiz?
-Ben içeceğim sen sınıra geldiysen içme alışkın değilsen çarpar.
Böyle bir laf o kafayla benim için bir meydan okumaydı ve asla bir meydan okumadan pes ederek çekilemezdim.  Zaten biraz önce, ben kafamda çoktan başka bir seviyeye geçmişken arkadaşım diye hitap etmişti. Sanki aksi için bir hamle yapabilecekmiş gibi bu laf çok koymuştu sarhoş kalbime.
- Yoo dedim ben içerim, ben senin için dedim az önce sarhoş oldum galiba dedin ya
Kalktı Martiniyi getirdi açmak için cebelleşirken
-Sarhoş olmayacaksak ne diye içiyoruz ki bu mereti manyak mıyız?  dedi. Bu laf o gün bu gündür benim içki konusundaki düsturumdur. Sarhoş olmayacaksak ne diye içiyoruz ki bu mereti manyak mıyız? Şimdi yazarken fark ediyorum ne kadar çok dokunmuş hayatıma ne kadar çok etkilemiş hayatımı.
Ben de döküldüm hayatımdaki herşeyi. Herşeyi dediysem 19 yıllık yaşamımdaki kayda değer -ya da değmez- herşeyi anlattım. Yalan, aşklarımı anlattım sadece. Çocukluk işte kız bana yaşam hikayesini anlatıyor ben ona aşklarımı. Çünkü beynim o an sadece aşkla meşgul başka birşey gelmiyor ki aklıma. Sır anlatıcam diye onları anlatıyorum. İlkokuldaki aşkım Yasemin'i ortaokuldaki okul birincisi Jaleyi,  Lİsedeki  konuşmaya cesaret ettiğim tek aşkım Nihal'i, aşık olduğum akrabamı, bir kez beni öpen bir daha da hep kaçan  komşu kızını, hatta sene başında etkilenip de bizimkilerin " bir onun kafasına vur, bir de kaportaya vur aynı ses gelir hatta kaportadan daha tok bir ses gelebilir diyerek beni soğuttukları Nebahat'i bile anlattım.Ayık olsaydı o anlattıklarımdan sonra ne işim var bu ergenle diyerek benimle bir daha görüşmeyebilirdi yüksek ihtimal. Ama çok eğlendi o akşam hatta kaporta aramızda parola gibi bir espri kaynağı oldu,ne zaman birimiz bir salaklık yapsa diğeri elini bir zemine vurur kaporta derdi.  
Gecenin sonunu hatırlamıyorum. Masadan kalkmıştık salondaki üçlü kanepede oturuyorduk ben sürekli ben kalkayım diyordum O ise saçmalama araç yok bu saatte diyordu benim de kalkacak gücüm yoktu zaten. Son hatırladığım çalan Sezen Aksu kasetinin bitmesi ve Onun sana bir şarkı dinleteceğim ama Almanca diyerek kanepeden kalkması. O Almanca şarkıyı dinledim mi dinlemedim mi hiç bir fikrim yok, bir daha da ne sordum ne O konusunu açtı. Gözümü açtığımda ben o kanepede yatıyordum başımın altında bir yastık üstümde de bir battaniye vardı, ortalık toplanmış sanki dün gece hiç yaşanmamıştı.. Başucumda bir sehpa, sehpada bir sürahi su ve bir bardak yanında da bir not vardı.
"  Sabah dersim vardı çıkmak zorundaydım. Akşamdan kalmasın bol bol su iç (gülme işareti ama şimdikiler gibi iki nokta bir parantez değil daha çok emojilere benzeyen  minik bir yuvarlak  içinde noktadan iki göz ve gülen bir ağız çizimi) mutfaktaki masanın üzerine kahvaltılıkları çıkardım kahvaltı yapmadan çıkma. Dolapta yumurta var sağ alttaki dolapta da cezve istersen yumurta haşla. Kettle tezgahın üstünde kahve de çıkardım kettleın yanında dolapta portakal var portakal suyu istersen, sıkma aleti de cezve ile aynı dolapta.  Anahtar kapının arkasında çıkarken al ve kapıyı iki kere kilitle. Ben 4 e kadar okuldayım bana getir anahtarı. Eğer 4 e kadar gelmezsen hala evde olduğunu düşünerek eve gelicem ve kapıda kalırsam vururum seni başka anahtarım yok."
O not hala ben de duruyor. Üniversiteye başlayınca sanırım uzakta olmanın verdiği bir güdüyle  bana gelen tüm mektupları, kartları, annemin babamın  gönderdikleri kolilerden çıkan notları, arkadaşlarımla sevgililerimle yazışmalarımı yani bana gelen verilen yazılı her kağıt parçasını sakladım. Cep telefonu mesajları v eposta çıkınca saklayacak bir şey de kalmadı, bu koleksiyon da yeni bir parça eklenmemek üzere dolaba kaldırıldı. Yukarıdaki satırları hata yapmamak için notu çıkarıp bakarak yazdım.
Dediklerinin hiçbirini yapmadım  (su içmek dışında)ve çok ciddi azar yedim bunun için. Çıkardığı kahvaltılıkların hiçbirini sevmiyordum zaten, sadece yumurta yapabilirdim o da zor geldi. Ne kahve severim kahvaltıda ne de portakal suyu,  ben çaycıyım O da çay için bir şey yazmamış. Zaten kahvaltıda kahve portakal suyu falan Amerikan filmlerinde görüp yadırgadığımız birşey o zamanlar, şimdilerdeki gibi genç neslin yarısı güne kahve ile başlamıyor, kettle metıl daha her evin demirbaşı olmamış, pahalı aletler. Bizimkiler ben üniversitedeyken almışlar ben daha görmemişim o derece yani. Elektrikli plastik cezveler su ısıtmadaki benim son teknolojik noktam onu da kullanmıyorum evde, ev arkadaşım kullanıyor .
Kahvaltı yapmamıştım ama evde bayağı vakit geçirmiştim. Evin her tarafını gezmiş özellikle onun yatak odasında vakit geçirmiştim.Ev çok düzgündü ama yatak odası dağınıktı. Çıkardığı pijamalar çamaşırlar ortalıkta, yatağı çıktığı gibi dağınıktı. Sanki her şeyin yeri hafızasındaymış gibi yakalanma korkusuyla hiçbir şeye dokunmuyor, dayanamayıp dokunduklarımı ise eski yerine eski şekli ile koymaya özen gösteriyordum. Sonunda kendimi, yatağını, dolabını çıkardığı kıyafetleri koklarken bulunca kendimi dışarı attım, ben iyiden iyiye abayı yakıyordum bu kendimden 13 yaş büyük  genç kadına.
Pazartesi Çarşamba Cuma,tiyatro çalışmam vardı ve 9 a kadar sürüyordu. Şansımıza onunda Salı günü üçe kadar Perşembe günü de öğlene kadar dersi vardı. Ben zaten okula gitmiyordum, hatta sınavlara bile tek tük giriyordum o sene. Salı Perşembe akşamları hep beraberdik. Bazen Onda kalıyordum ama çoğunlukla eve dönüyordum. Onda kaldığım akşamları ev arkadaşlarıma anlatmam daha kolaydı, Gemlikteki halama gittim diyordum, ama akşam  döndüğümde hep bir yalan bulmak zorundaydım. Bir hafta sonu Bursa'da kalıyor bir hafta sonu Çanakkale'ye annesinin yanına gidiyordu. Bursa'da olduğu hafta sonlarımız da birlikte geçiyordu, ender olarak bazı hafta sonları Bursa'da olduğu halde uygun değilim demişti, ben de hiç sorgulamamıştım çok merak etsem de neden uygun olmadığını.
Tam bir çift olmuştuk, beraber geziyor, sinemaya gidiyor, evde film izliyor, yemek yapıyorduk. O bana şoförlük pratiği yaptırıyor,  yemek yapmayı öğretiyor , (Almanca öğretmeyi de denedi ama başaramadı), ben de ona derslerde kullanması için diyafram kullanmayı öğretiyordum(daha doğrusu ben de yeni öğreniyordum çalışmalarda öğrendiğimi ona da gösteriyor birlikte yapmaya çalışıyorduk). Aramızda cinsellik yoktu ama birisi bizi hele onun evinde gözlemlese olmadığına inanmazdı. O aşırı rahattı ben de ona ayak uyduruyordum. Film izlerken dizlerime yatardı ben saçlarını okşardım, arabayla bazen dağ yoluna bazen Mudanya'ya Yıldıztepeye gider piyizciler gibi bira içerdik omzuma yatar bazen içi kaynar "sen çok tatlısın ya iyi ki o gün seksek oynamışım bahçede" der yanağımdan öperdi. Duştan sonra yarım havluyla salona gelir, saçlarını tarar bazen açamayınca bana taratırdı. Yanımda giyinmekten soyunmaktan hiç çekinmezdi. 19 yaşındaydım daha ilk oyunumuzu sahnelememiştik bile, bu tarz bir arkadaşlığı  görmemiştim,bizim oralarda böyle değildi ama O Almanya'da büyüdü oralarda böyle herhalde diye düşünerek hemen kabullenmiştim. Ben de onun kadar rahat davranmaya çalışıyordum. Eğitimdeki evimizde banyo yoktu, banyo yapmak için hamama ya da sıhhi banyo denilen minik bir odada duş ve dinlenme yeri olan öğrenci hamamlarına giderdik. O zamanlar Bursada pek çoktu onlardan. Bunu öğrendiğinde oralara gitmemi yasakladı "Koskoca ev burada banyo yaparsın ne işin var oralarda" deyip, sonra gülerek eklemişti "Yumurta gibi çocuksun tecavüz mecavüz ederler oralarda deli misin" Çok bozulmuştum bu yumurta lafına,   ne alaka falan diye kem küm etmiştim  ama fazla uzatmamıştım çünkü Onun evinde banyo yapmak yumurta lafının kırıcılığından daha ağır basmıştı. Hem o ismi sıhhi kendisi ise hiç sıhhi olmayan banyolardan kurtulmak vardı işin sonunda,   daha da önemlisi "Onun" evinde banyo yapmak. Bir nevi  ev arkadaşı olmak gibiydi bu. Bir süre sonra bornozumu şampuanlarımı falan taşımamaya başlamış Onun banyosuna bırakmıştım. O günden sonra kendimi iki evim varmış gibi hissediyordum biri herkesin bildiği Eğitimdeki  banyosu olmayan,tuvaleti bahçede,zeytin deposuna bitişik farelerle paylaştığımız evim,diğeri ise Setbaşı'nda dere kenarında, dışarıdan görülmeyen, herkesten gizli arkadaşımla paylaştığım gizli evim.  Hiç tiyatro ya da konser gibi bizim tayfanın da orada olma olasılığı olan yerlere gitmiyorduk ve bunu aramızda hiç konuşmamıştık, konuşmadan üzerinde anlaşılan bir kural gibiydi bu.  Bir kez Onu Tofaş Fenerbahçe basket maçına götürmüştüm, sporla pek ilgisi yoktu Galatasaray'a   o dönemlerde başlayan Avrupa başarılarından dolayı biraz sempatisi vardı hem o yüzden, hem de bana gıcıklık olsun diye Tofaşı desteklemişti maç boyu. Bir de Tofaşlıların arasındayız O her baskette bağırıyor ben Fenerbahçe'nin attığı basketlerde susuyorum mecburen. Nasıl eğlenmişti. Biz kazanmıştık ama O beni kızdıracak başka bir şey daha bulmuştu Tofaşlı oyunculardan Tolga'yı gösterip gösterip ne yakışıklı çocuk di mi, Maç sonunda gidip tanışsak mı, sevgilisi var mıdır acaba gibi sorularla beni kıskandırıyor Tolganın her basketinde iki katı bağırıyordu. Ben de kıskançlıktan çatlasam bile güya hiç hissettirmiyor, olur çıkışta bekleyelim istersen falan gibi soğuk yarım ağız cevaplar veriyordum ama kazanmamıza rağmen bütün keyfim kaçmıştı. O da bunun farkındaydı ve benim durumumla eğleniyordu bayağı bayağı  -sonradan anlatmıştı bana kasten yaptığını- maç bitiminde önümüzdeki bir adam dönüp de ;
-Tolga arkadaşımdır hanfendi beklerseniz tanıştırabilirim  dediğinde ikimiz de ne yapacağımızı şaşırmıştık.
-Şeyy diyerek çapkın bir gülüşle bana baktı yüzümdeki dehşet ifadesini görünce sanırım, adama döndü;
-Yok sağolun biz arkadaşla şakalaşıyorduk sadece deyip beni kolumdan tuttuğu gibi iterek  çıkışa doğru yönlendirdi,adamın cevabını bile beklemeden. Dışarı çıktığımızda o yine kahkahalarla gülüyordu ben ise gülemiyordum.Gururum incinmişti. İçten içe aşık olduğum ve nerdeyse sevgili gibi takıldığımız kadının yanında bir adamın gelip böyle bir şey demesi çok canımı sıkmıştı. Beni öyle görünce sustu yüzüme yaklaştı ;
-Komik değil mi ama?
-Bana komik gelmedi. Gülümsedi
-Kıskandın sen
-Ne kıskanıcam. Ama aramızdaki konuşmaları bütün tribünün dinlemesi gerekmiyor , gereksiz yere bağıra bağıra konuşuyorsun.
-Orası tribün canım bağırmazsam kendimi bile duyamıyorum.
-Ben de bütün tribünün senin bir adamı beğendiğini duymasından hoşlanmıyorum.
-Duysunlar ne olacak sen benim arkadaşım değil misin?
Konu tehlikeli yerlere doğru gitmeye başlamıştı hızlıca
-Evet arkadaşınım dedim. O ise hala işin dalgasındaydı ;
-Eee arkadaş arkadaşın pezevengidir diye bir laf yok mudur? Birden kan beynime sıçradı hırsla;
-Ben senin pezevengin değilim diye çıkıştım. Bir anlık sessizlik oldu, haklı olduğum bir konuda yine haksız konuma düşmüştüm hemen çark ettim.
-Öyle demek istemedim
-Neyle demek istemedin?
-Yani o manada demek istemedim sana şey demek istemedim.
-Ne? Orospu mu? Öyle bir şey diyeceğini düşünmemiştim zaten. Keşke senin de aklından geçmeseymiş.Konuştukça batıyordum. Buz gibi bakıyordu bana karnım ağrımaya ağzım kurumaya başlamıştı  vücudum panik içindeydi ama ben hareketsiz bakıyordum damarlarımda kan yerine Onu kaybetme korkusu dolaşmaya başlamıştı ve öldürücü darbeyi vurdu
-Bak nasıl davranacağım konusunda kimseye hesap vermek zorunda değilim. Ne kocamsın ne sevgilim, ne babamsın ne abim. Kaldı ki kim olursan da fark etmez hareketlerimi kimseye sorgulatmam istersem şimdi gider o adamı bulur o basketçiyle tanışır hatta geceyi onunla bile geçirebilirim bu ne beni orospu yapar ne seni pezevenk. Sen bazı şeyleri yanlış anlıyorsun galiba
10 Şubat 1993 ilk kavgamızı yapmıştık. Arkasını döndü arabayı park ettiğimiz yere doğru yürümeye başladı. İçimden delicesine dönüp arkamı gitmek, acayip trip atmak geliyordu ama son söylediği söz de beynimde yankılanmaya başlamıştı "sen bazı şeyleri yanlış anlıyorsun galiba" kaybediyor muydum Onu? Bu rüya gibi arkadaşlık sona mı ermişti? Haddimi bilmeden sevgilisi mi sanmıştım kendimi? Her şeyi mahvetmiştim işte. Bu iki duygu yay gibi germişti beni, sanki  biri bir kolumdan Çarşamba  tarafına doğru çekiyor; "yürü git bu davranışı hak etmiyorsun, sen haklısın, yanında gezdirdiği süs köpeği değilsin duygularınla bu kadar oynayamaz " diyordu.Diğeri ise Onun peşine Stadyumun altındaki arabayı park ettiğimiz alana doğru çekiyor " saçmalama sakın hemen peşinden koş özür dile. Kız haklı sen kimsin ki O'na hesap sormaya kalkıyorsun, al işte artık samimiyetinizi de kaybettin eğer çekip gidersen bir daha O'nu göremezsin bile"  Ben bu  denk kuvvetlerdeki iki çekiştirme yüzünden hiçbir yere hareket etmeden acı içinde kalakaldım orada O ise çoktan arabanın yanına varmıştı. Sesiyle irkildim birden;
-Gelmeyecek misin dondum burada.
Saat 18:30 civarıydı maça girerken aydınlık olan hava kararmıştı ve gerçekten insanın içini donduran bir ayaz  vardı. Seslenmesiyle birlikte beni çekiştirip duran diğer iki ses kayboluverdi
-Açsana arabayı 
Tamamen unutmuştum arabayı ben kullanmıştım gelirken, anahtar da bendeydi. Hemen koşarak yanına gittim Koşarken anahtarı çıkarıp uzatmaya başlamıştım bile, beni eliyle şoför mahalline yönlendirerek  anahtarı  kabul etmedi
-Sen kullan donuyorum ben.
 O kadar buyurgan ve doğal bir şekilde söylüyordu ki, sanki az önce kavga eden biz değildik. Trip bile atamıyordum. Dediğini yaptım arabayı açtım ve kullanmaya başladım ama kararlıydım yanına gitmiş olsam da kalbim kırılmıştı ve bunu hissettirecektim, buz gibi bir ifadeyle sordum
-Nereye gidiyoruz?
-Eve gidelim çok üşüdüm başka bir etkinlik yapmak istemiyorum. Aç mısın sen ondan mı sordun? Tabi köfte ekmek kesmemiştir seni, evde yeriz bir şeyler.
-Yok ben seni bırakayım eve giderim
-Saçmalama ne yapacaksın evde tek başına?
Cevap vermedim.
-Çocukluk yapmayı kes lütfen.Götün donar o evde bu gece kar yağacakmış.
Haklıydı sömestrdeydik ev arkadaşlarım ailelerinin  yanına  memleketlerine gitmişti.(Bize yeni taşınan  yurttan  bir oda arkadaşımız   ile ev arkadaşı sayım ikiye çıkmıştı. Bu çok iyi olmuştu artık evde olmadığım zamanlar daha az sorgulanıyordu.Sık sık da evde olmadığım için o ikisi bayağı samimi olmuşlardı ben ise yavaş yavaş evde dış kapının mandalı olmuştum.O yıl sonunda onlar farklı eve çıktılar zaten)  Ben aileme tiyatro çalışmalarını bahane ederek kalmıştım. Gerçekten de tiyatro çalışmalarımız vardı ama benim kalmamı gerektirecek bir durum yoktu. Bursa'da olanlarla hafta sonu çalışacaktık sadece .Onun da burada kalacağını bildiğimden özellikle gitmemiştim hatta tiyatro çalışmaya  ekibi ben zorlamıştım, aileme karşı biraz da olsun vicdanımı rahatlatmak için. Ve evimiz buzhane gibiydi, yalıtım sıfırdı dışarıda sert bir rüzgar esse okuduğumuz kitabın sayfası çevrilirdi üstelik sobalıydı,sobamız kurulu olmasına rağmen  yakacak bir şeyimiz yoktu tek ısınma kaynağımız sadece kendini ısıtabilen bir katalitik sobaydı kimse yok diye onun da tüpünü yenilememiştim.Bütün bunları biliyordu. Evimize hiç gelmemiş olsa da,hayatımı  an be an anlattığım için beni nerdeyse benden iyi tanıyor, hayatımdaki her şeyi biliyordu. Bu yüzden doğru dürüst tafra yapamadan evine  gittik. "Ne yapalım" diye sordu "Makarna haşlayım mı, buzlukta köfte de var"  "Aç değilim" diye cevap verdim."Emin misin" dedi "Köfte ekmek kesti" diye ruhsuzca cevap verdim. Kendime kızıyordum ama yine de böyle soğuk davranmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Oysa o barış çubuğunu uzatmıştı ve ben normalde hiç küs kalamazdım. Küs de değildim zaten tıpış tıpış her dediğini yapmış hiçbir şeyi ikiletmeden  yine onunla gelmiştim. Aslında biraz da bu dirençsizliğime idi öfkem.  "Sen bilirsin" deyip ekledi. "Ben çok üşüdüm sıcak bir duş almak istiyorum, kaloriferin ayarını biraz yükseltir misin? İyi ki çıkarken kapatmamışız evi tekrar ısıtmakla uğraşamazdım şimdi"
Duşa girdi, dediklerini yaptım. Aslında acıkmıştım gidip bir çay koyayım abur cuburla yeriz diye düşündüm ama vazgeçtim hemen, açlıktan ölsem de geri adım atmayacak pasif direnişimi sürdürecektim. TV'yi açtım ne izlediğimi hatırlamıyorum zaten daha 1-2 tane özel kanal yeni açılmıştı öyle aman aman seçecek bir şey yoktu boş boş izliyordum işte. Banyodan çıktı havlusuyla  salona geldi bir elinde mavi iğne dişli tarağı vardı, ne isteyeceğini anladım bu en sevdiğim şeydi. Televizyona baktı ve hiç düşünmeden gitti düğmesine basarak kapattı. "İzliyordum" diyerek suratsızca karşı çıkacak oldum olağanüstü sevimliliği ile bana "şşşt" diyerek sus işareti yaptı ve "yakala" deyip elindeki tarağı attı . Çıplak ayakları ile sekerek hole geçti ve hemen el çantasıyla döndü. TV'nin altındaki müzik setine yöneldi , çantasından bir kaset çıkardı kasetçalara koyup çalıştırdı ve yanıma geldi oturduğum kanepenin önüne yere oturdu. Kıvırcık dalgalı saçlarını tarayarak açacaktım.
Benden bunu ilk istediğinde elim ayağıma dolanmıştı.Aşık olduğum, hayran olduğum kadın banyodan çıkmış yarı çıplak bir şekilde önüme oturmuş, elime bir tarak verip saçlarını açmamı istiyordu. Yapmamı istediği şeyi daha önce hiç yapmamıştım., üstelik 19 yaşında bir delikanlıydım hormonlarıma engel olamıyordum ve O bunu fark edecek diye de ödüm kopuyordu, bütün bunlara hiç kimsenin saçında O'nun saçındaki kadar güzel kokmayacağına inandığım şampuan kokusunun anında etki eden sarhoşluğu eklenince film kopmuştu, panikle iğne dişli tarağı saçlarına geçirdiğim gibi işini düzgün yapmak isteyen insanların kararlılığıyla aşağı doğru kuvvetlice çekmiştim.Sanki güç denemesi yapıyordum ben kuvvetli çekince bütün saçlar sorunsuzca açılacaktı aklımca. Ondan gelen çığlıkla neye uğradığımı şaşırıp tarağı elimden bırakmış ani bir refleksle bacaklarımı koltuğa çekerek vücudumu saklayacak bir siper haline getirmiştim bunu yaparken de bacağımı yüzüne çarpmıştım. Daha kötü olamazdı. Önce yaşadığı acının etkisiyle sıkı bir azar yemiştim.Ardından saçın nasıl acıtmadan açılacağını uygulamalı olarak bana öğretmişti. Bu kadar basit bir fizik kuralını düşünemediğim için kendime kızmış ama klasik erkek bilgi ve beceri eksikliğinin arkasına sığınarak kendimi aklamaya çalışmıştım.
O ilk günden bugüne  bayağı uzmanlaşmıştım bu konuda. Normalde pasif direnişime devam etmem gerekirdi ama O'na hiç söylememiş olsam da bundan ne kadar keyif aldığımı biliyordu. Bu konuda söylediğim en cüretkar şey sanırım saçlarının kokusuna bayıldığımdı. Yani aslında saçlarının dememiştim tabi saçlarından gelen şampuan kokusuna bayıldığımı söylemiştim biraz daha yumuşatarak. Elbette gelen bu ikinci barış çubuğunu geri çeviremeyecektim belki çok küçük bir naz yapabilirdim ama tam oturduğu anda kasetin başındaki boşluk bitmiş ve ilk nağmeler kulağımıza gelmeye başlamıştı.Kulaklarıma inanmıyordum kasetçalarda Ezginin Günlüğü çalıyordu. Onun evinde hiç Ezgi'nin Günlüğü kaseti yoktu. Ona Ezginin Günlüğü'nü ben öğretmiştim. Öğretmiştim dediğim  bahsetmiştim sadece. Şimdiki gibi internet yok istediğin parçayı telefonu açıp youtubedan dinletemiyorsun. Çok sevdiğimi, tiyatro provalarında müzisyen arkadaşların sazla gitarla çaldığını falan anlatmıştım, hatta bir kaç kez Dut Ağacı'nı söylemeye çalışmıştım olmayan kulağımla. Evden getireceğim  sana dinleteceğim derdim  ama her seferinde unuturdum.Radyolarda da çalmazdı ki  o zaman Ezginin Günlüğü, tesadüfen denk gelsek . Yani benden dolayı böyle bir grubun varlığından haberdar olmuştu ama hiç dinlememişti.Çocukça heyecanlanmıştım az önceki bütün negatif duygularım kaybolmuştu.  Tiyatro Grubunun o zamanki favori şarkısı " Bekliyorum Gelmiyorsun" fonda çalıyordu, ben aşık olduğum  kadından yayılan dünyanın en güzel kokusu eşliğinde Onun saçlarını tarıyordum. O an için biri sorsa sonsuza kadar o anda kalmayı kabul ederdim kuşkusuz.
-Nerden buldun bunu? diye sordum coşkuyla
-Satın aldım.
- Ne zaman? Bugün mü? Ne ara?
- Maçtan önce Burç'a******* uğradık ya sen iç kısımda kitaplara bakarken rafta gördüm ve sana sürpriz yapmak için aldım.Baktım senin getireceğin yok. Alayım da dinleyim bari bu adamın bu kadar sevdiği ne varmış bu grupta diye.
- Doğru söyle bir daha söylemeye kalkmayım diye aldın di mi?
-Yok canııım senin söylemen de ayrı güzeldi tabii dedi sesini hafif alaycı bir tona alıp gözlerini yukarı doğru kaldırarak. Sırtı bana dönüktü ama karşısında duran dolaplı müzik setinin cam kapağından yansımasını görebiliyordum.Birden başını döndürüp gülerek ve son derece sevimli bir şekilde
-Evet be o yüzden aldım. Bir daha sakın şarkı söyleme çok kötü sesin var
-Sesim kötü değil kulağım yokmuş benim dedim, eğlenerek.O sene oyunda iki kelimeden oluşan bir serenad söyleyecektim ve bütün müzik bölümü bana onu söyletebilmek için seferber olmuştu. Sonunda çok şaşırarak hiç kulağımın olmadığını kabullenmişlerdi. Ben de sanki övünülecek birşey gibi bu bilgiyi satıyordum her yerde.
- Her neyse işte kötü şarkı söylüyorsun ama o yüzden almadım kötü de söylesen dinlerim ben seni merak etme. Ama artık sen de bu evde yaşıyor sayılırsın, senin de zevklerine göre bir şeylerin burada olması lazım. O kadar mutlu olmuştum ki sarılıp öpmemek için çok zor tutuyordum kendimi. Aynı duyguyu hatta çok daha azını O yaşasa hiç çekinmez öperdi beni yanağımdan ama ben yapamıyordum ne Onun kadar rahat ne de cesurdum.
O kadar keyif alıyordum ki andan, bitmesin diye olabildiğince yavaş açmıştım saçlarını hem şarkıları dinliyor hem yorum yapıyorduk. Çok sevmişti Ezginin Günlüğü'nü hatta o günden sonra benden daha büyük fanı olmuştu. Bu da ayrı mutlu etmişti beni. Birden ;
-Dondum ya dedi. Ne kadar uzun sürdü. Ben üstüme birşeyler giymeye gidiyorum . Kalktı giyinmeye gitti. Büyülü anım bitivermişti sanki. Kasetin A yüzü bitti, değiştirdim. Siyah kadifemsi bir dokunuşu olan eşofmanlarıyla aşağı indiğinde  "Bilinmeyen Ülke" çalıyordu. " Beni, bu yiğit delikanlıyı gençliğin ateşi sürükledi sana, Bir de başımdaki şarap dumanları" diye dolduruyordu Emin İgüs'ün yumuşak sesi salonu. Bana baktı ve direkt mutfağa geçti birkaç dakika sonra elinde bir Kırmızı  Buzbağ şişesi, tirbuşon ve iki kadehle geldi.
-Madem Şarap Dumanları getirmiş seni buraya şarap içelim o zaman delikanlı..
Hiçbir şeye  hayır diyecek durumda değildim artık, süngüm tamamen düşmüş pamuk gibi olmuştum. Şarabı açtık içmeye başladık yanında başka bir şey de yoktu sadece şarap ve Ezginin Günlüğü. İlk kavgamızın ardından çok güzel bir akşam yaşıyorduk. Özür diledi benden, sadece biraz eğlenmek istediğini ama amacını aştığını söyledi, benim asıl takıldığım noktaya değinmedi elbette ama bu da yetmişti bana. O gece ortamda olağanüstü bir cinsel gerilim vardı resmen sevişme öncesi kurlaşma yaşıyorduk ya da ben öyle sanıyordum. Yok sanmıyordum kesinlikle öyleydi, daha sonradan hiç konuşmadık o gece üzerine o yüzden Onun ağzından doğrulayamadım bunu ama biliyorum öyleydi.Kanepede O bana dönmüş bağdaş kurarak oturuyordu ben de ona doğru ayaklarımı toplayarak oturuyordum önümüzdeki sehpada şaraplarımız duruyordu. Birbirimizin gözünün içine bakarak konuşuyor, bir kulağımız şarkılarda bazen onlardan konuşuyor, bazen unutuyor müziği,  birbirimize odaklanıyorduk, kahkahalar atıyor konuşurken sürekli birbirimizin koluna omzuna hiçbir gerekliliği olmayan dokunuşlar yapıyorduk. En ufak espriye abartı ile gülüyorduk hele O'nun  kendinden geçip başını omzuma doğru yaslayarak güldüğü anlarda kendimi öyle özel hissediyordum ki, aynı kadın bir kaç saat öncesinde beni dünyanın en mutsuz insanı yaparken bir kaç saat sonrasında da  en mutlu insanı yapmayı beceriyordu. Çok sonra öğrenecektim  bunun bana özgü olmadığını, aşık insanların aşık oldukları insanlarla ilgili yaşadıklarının hep uç noktalarda hislere sebep olduğunu, bir gülüşle bulutların üzerine çıkarken,  maksadını aşan bir sözle yerin ayaklarının  altından kayabildiğini.
 Seni Düşünmek başladı teyipte introyu duyunca sustum şarkıyı onun da dinlemesini istiyordum. Nazım'ın dizeleri  hislerime tercüman olacak diye umuyordum. Emin İgüs "Seni düşünmek güzel şey" diye başlayınca o da sustu birden, Seni düşünmek ümitli şey/ Dünyanın en güzel sesinden/ En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.En can alıcı yerine gelmişti söylenecek kısmın benim de hislerim olduğunu anlamasını istercesine yüzüne karşı  - ama bana değil kasetçalara bakmaya başlamıştı tüm dikkatiyle- şarkıya eşlik etmeye başladım. Fakat artık ümit yetmiyor bana/ Ben artık şarkı dinlemek değil/ Şarkı söylemek istiyorum. Ama daha sonuna gelemeden müdahale etti;
-Susss!!! Çok bozulmuştum birden. Yine de keyfimi bu gece bir daha bozmaya niyetim yoktu. Şakaya vurdum;
-Hani sesim kötü de olsa dinlerdin beni..
-Yine dinlerim ama bırak bunu Ezginin Günlüğü söylesin sonra sen yine söylersin.  Yerinden kalktı, kasetçalara gitti.
-Tekrar dinlemek istiyorum sardıracağım. Bu şiiri çok severim ben, alırken Seni Düşünmek'in bu Seni Düşünmek olduğunu bilmiyordum.
Şarkıyı başa sardı, teybin başında dinledi tekrar hiç ses çıkarmadım, ipnotize olmuş gibiydi.
-Bir şarkının bir şiirin sözlerini bu kadar güzel yansıttığına daha önce hiç rastlamamıştım dedi.
-Ezginin Günlüğü hep böyledir dedim bilgiççe Onların özelliği bu diye bir şeyler geveledim ağzımda,benim sevdiğim grubu beğenmesinden dolayı gururlu, az önce hissettirmek istediğim şeyin yarım kalmasından dolayı buruk. Kaset çalarında bana o zamanlar uzay teknolojisi gibi gelen şarkı atlatma ve aynı parçayı tekrar etme gibi özellikler vardı.  Tekrar tuşuna bastı ve dönüp ;
-Bu gece hep bu parçayı dinlesek olur mu? Dedi olağanüstü tatlılılığı ile. Sormuş ama sormadan kararını vermiş tuşa basmıştı zaten.
-Elbette dedim, Ben de çok severim bu parçayı. Yanıma geldi kalan şarabını bir dikişte bitirdi. Yenisini doldurmak için şişeyi aldı ama bitirmiştik şişeyi, benim elimdeki kadehe baktı şeytani bir gülümsemeyle kadehi elimden aldı ve onu da bitirdi. Sonra eğilip yanağıma bir öpücük kondurdu;
-Teşekkür ederim... Kanepeye uzandı başını her zaman yaptığı gibi dizlerime koydu  gözlerime baktı;
-Şarap için mi?dedim
-Hayır Ezginin Günlüğü ile tanıştırdığın için dedi. O kadar güzel bakıyordu ki.Belki de O da aynı şeyleri düşünüyordu, O'nun söylemek istediği şarkı da benim diye geçirdim içimden, belki O da benim kadar çekiniyordu, belki bu şarkıyı bu kadar sevmesi O'nun da bana aynı mesajı vermek istemesindendi. O'nu öpmeliydim tam da şimdi şu anda O'nu öpmeliydim; dizlerimde yatıyor, sevgiyle bana bakıyordu,saçlarını okşuyordum, başımızda şarap dumanları ve fonda Ezginin Günlüğü, "şarkı söylemek" için daha güzel bir zaman olamazdı. Bir anda kulaklarımda maçtan sonra söylediği söz çınladı "Sen bazı şeyleri yanlış anlıyorsun galiba... Sen bazı şeyleri yanlış anlıyorsun galba... Sen bazı şeyleri yanlış anlıyorsun galiba.." Yapamazdım O'nu kaybedemezdim .Ya gerçekten yanlış anlıyorsam, O'nun sevgisini, aşkını kazanacağım derken ,ya  tamamen kaybedersem. Maçtan sonraki kavgamızda bir demir pençe gibi midemi sıkıştıran korku, geldi oturdu içime ansızın.  O kadar korktum ki kazanmaktansa hiç kaybetmemeyi tercih ettim.
İlişkimizin belki de en güzel zamanlarıydı o sömestr.. Sömestr bittiğinde  daha az görüşmeye başlamıştık. Tiyatro provaları sıklaşmıştı.27 Mart Dünya Tiyatro Günü'ne  oyunumuzu yetiştirmek istiyorduk ama 27 Mart Ramazan Bayramından sonraki ilk gündü. Kimse gelmez diye 3 Nisan yapalım dedik.Her gün prova almaya başlamıştık ve geç saatlere kadar sürüyordu provalar.  Eğitim Fakültesi'nden oyunun sahneleneceği Fethiye Kültür Merkez'ne******** alınmıştı provalar.  Burası o zamanlar şehrin bayağı dışında idi. Eğitim'den çift vesait.Heykelden bir otobüs ama saatte bir geçiyor ve son araç 20:30 da. Biz çıkıyoruz provadan en erken 22:00de.Fethiye'den o saatte Setbaşı'na   gitmem en iyi ihtimal bir saat. Gidip ne diyeceğim habersiz, ben geldim sürpriz mi?Sevgilim değildi ki gönül rahatlığıyla haber verme ihtiyacı duymadan kapısını çalayım. Hadi gittim diyelim ev arkadaşlarıma ne diyeceğim nasıl açıklayacağım, o saatte Gemlik'e gittim yalanını kimse yemez. Cep telefonu yok, mail yok, işin kötüsü onun evinde telefon da  yok. Bir kez almak için başvurmaya çalışmış "PTT binasında oradan oraya gitmekten canım çıktı vazgeçtim. Acil bir şey olursa amcamlardan ulaşırlar bana. Ben de istediğim zaman jetonla ararım kimi arayacaksam" demişti. Artık hiç göremiyordum Onu.  Salı Perşembe Eğitim Fakültesi'ne gidip erken çıkmasından faydalanıp görmeyi planlıyordum ama, tiyatro Kulübü ile sürü halinde takılmamız buna engeldi. Ekibin yarısı Eğitim Fakültesinde okuyordu , kapıdan girdiğin anda birilerine rastlıyordun. Herkes kendileri için geldiğimi sanıyordu. Biraz sonra da provaya gidileceği için hemen nasıl gidileceği planlanıyordu. Ne vardı sanki baştan hiçbir şeyi saklamasaydım herkese anlatsaydım. Olmazdı kesin Onun kulağına kadar giderdi bu yüksek lisede aşık olduğum ve her şey biterdi. Oyunu 3 Nisan'a yetiştiremeyeceğimize karar verdik araya bayram girecekti çalışamayacaktık daha doğrusu biz çalışma kararı almıştık ama yönetmenimiz bayramda çalışmaya gelemiyordu. 15 Nisan'a ertelendi. Buna en çok üzülen bendim herhalde. Onu nerdeyse 20 gündür göremiyordum, araya bayram girecekti zaten, üstüne bir 15 gün daha  görememek  hatta haberleşememek cehennemi yaşamak gibi geliyordu ve kendi kendime yaşadığım bu trajediden Onun haberi yoktu. Sonunda  şansım yaver gitti.Bahçede bir tanıdığa rastlamadan Onu ilk kez gördüğüm Oditoryumun içinden geçip tırmanarak Yabancı Diller Bölümü'nün otoparkına ulaşabildim 18 Mart Perşembe'ydi. saat 12'ye 10 vardı birazdan dersten çıkacaktı ama tabi öğrenciler de çıkacaktı. Allahtan yabancı dillerde çok tanıdık yoktu. Otoparkın karşısındaki ağaçların arasından arabasını kesmeye başladım. Saklanmıyordum ama kimsenin dikkatini de çekmemeye çalışıyor bir tanıdıkla göz göze gelmemek için kimseye bakmamaya çalışıyordum. Sanki bir yıl geçmişti ve hala ortada yoktu iyice huzursuzlanmaya başlamıştım ki kapıda  göründü. Yanında başka bir hoca vardı ve birlikte iniyorlardı ama artık umurumda değildi arabasına doğru yürüdüm .Tam arabanın yanına gelirken beni gördü mink bir çığlık attı , kalan kısa mesafeyi iki adımda koşarak sarıldı;
-Nerdesin sen, öldüm meraktan valla provana gelecektim artık nerdeyse, (arkadaşına dönerek) sana bahsettiğim kaçak arkadaşım bu.
Bizi tanıştırdı İngilizce bölümünden bir öğretim görevlisiymiş yeni gelmiş okula falan anlattı bir şeyler   dinlemedim tabii, ismini bile hatırlamıyorum benim için "nerden çıktı şimdi bu" dan başka bir anlam ifade etmiyordu. Bir de "sana bahsettiğim kaçak arkadaşım" kısmından, demek ki benden birilerine bahsediyordu oysa ben kimseye söz etmemiştim O'ndan. Benim için "bakma böyle toy göründüğüne benden olgundur kendisi" dedi arkadaşına.Bunu kendini temize çıkarmak için mi söyledi yoksa gerçekten mi öyle düşünüyordu bilmiyorum ama çok gururlanmıştım bu söyleyişten. Arkadaşını Eğitim Caddesinde evine bıraktık. Sonra da daha önceki Perşembe rutinlerimiz gibi Yeşil'e doğru yönlendirdi arabayı.
-Çok uzaklaşmasak diye söze girdim 5 te Fethiye'de olmam lazım prova var. Heykel tarafından çok zor oluyor oraya gitmek. Santral Garaj tarafına gidersek daha çok vaktimiz olur minibüse biner geçerim.
-Ben bırakırım seni  merak etme.Eee anlat bakalım yoksun ne zamandır. Dedim bunun ya başına bir şey geldi, ya da sevgili falan yaptı   unuttu beni. Başka türlü bu kadar boşlamazdı, en azından özlerdi, nerdeyse 1 ay oldu görüşmeyeli.
Kıpkırmızı kesilmişim  sonradan söylediğine göre o anda, hemen savunmaya geçtim;
-Yok canım ne sevgilisi, biliyorsun provalar her gün yapıyoruz artık,bir de Fethiye'de olunca erken gidiyoruz çıkışına yetişemiyorum. o yüzden. O kadar suçlu psikolojisi ile söylemiştim ki bunu, dışardan kendimi duysam yalan söylüyor bu çocuk kesin sevgilisi var derdim. Ama bu güçsüz ifadenin nedeni sevgilim olması değil en azından Perşembeleri Onu görme şansımın olmasıydı. O da buraya takıldı zaten
-E tamam da Perşembeleri yakalayabiliyorsun beni bak
-Öyle de, geldim de zaten Perşembeleri buraya.
-Eee beni görmek mi istemedin?
- Yok olur mu seni görmek için geldim zaten de...Anlamayan gözlerle suratıma baktı.
- Eğitimde çok kişi var bizim tiyatrodan her gelişimde onlara rastlıyorum takılıyorum çıkamadan yukarıya sonra sen gidiyorsun işte denk gelemiyoruz.
-Beni görmeye geliyorsan onlara neden takılıyorsun anlamadım?
-Şey seni bilmiyor kimse,yani arkadaş olduğumuzu
-Neden?
-Öğrencileri bilirsin işte bir ilişkimiz olduğunu falan düşünebilirler diye.
-Yok mu?  Nabzım birden 180 e falan çıkmıştır heralde. Ne demek istedi şimdi diye heyecanla ona  döndüm. Bu sefer soran gözlerle bakan bendim
-Var mı?
-Arkadaş değil miyiz biz? Arkadaşlık bir ilişki değil midir? Bana bakmadan söylemişti bunları yüzünün ifadesini göremiyordum. Ciddiye almalı mıyım yoksa yine eğlenmeye mi başlamıştı anlayamıyordum.
-Yaa elbette öyle de öyle değil işte. Öğrenci kısmını sen benden iyi bilirsin hemen dedikodu çıkarırlar aramızda öyle şeyler demek istediğim şeyler  yani  sen bir de burada hocasın falan sıkıntı olursa olmasın yani sana sonra şey olur ... diye gevelemeye başladım. Birden kahkahayı bastı. Yine eğleniyordu benimle.
-Sen ne tatlısın ya beni düşünürmüş bir de dedikodu olmasın diye. Beni tanıman gerekirdi aslında dedikoduyu medikoduyu takmam biliyorsun ama madem sen de şimdiye kadar kimseye bir şey söylemedin ilişkimiz hakkkında (ilişkimiz kısmını bastırarak söylemişti) bundan sonra da kimsenin bilmesine gerek yok o zaman. Neyse nasıl geçiyor provalar hazır olacak mısınız . Bak inşallah bana güzel bir yer ayırmışsındır.Dedikodu falan dinlemem gelip seni sahnede  izleyeceğim .
-Elbette izleyeceksin ama 3 Nisan'da  değil
-Aaa ilk oyuna davet etmeyecek misin beni ilk oyuna gelmezsem bir daha gelmem valla
-Yok tabii ki ilk oyuna geleceksin ama oyun ertelendi yetiştiremedik. 15 Nisan'da oynayacağız.
-Haydaa o zaman iki hafta daha yoksun yani.
Hiç ses çıkaramadım ama Onun da bu konuyu benim kadar düşünmesi hoşuma gidiyordu.
-Bak o zaman şöyle yapalım. Salı günü Arife ders mers olmaz ben Pazartesi akşamı dersten çıkıp Çanakkale'ye gideceğim. Sen gidecek misin bayrama madem ertelenmiş sen de git
- Yok ben gelemeyeceğimi söyledim  babam da o zaman biz geliriz bayram ayrı geçirilmez dedi dedemleri de alıp Bursa'ya benim yanıma gelecekler. Gemlikte halamlarda geçirecekler bayramı.
-Aaa ne güzel helal olsun valla babana hem sana saygı duymuş hem de ayrı geçirmeye dayanamamış.
-Babam için dini bayramlar çok önemlidir aile ayrı olmamalı der ama neyalan söyleyim bu kadarını ben de beklemiyordum
-Her neyse benim 29 Mart'ta mesaim başlıyor.  15 Nisana kadar önümüzde 3 Perşembe var biri oyun günü onu sayma 1'inde ve 8'inde senin evin yakınındaki fırının oradan alırım ben seni saat tam 12:30 da. Ama gecikme beklemem bak devam eder giderim.
İnanılmaz mutluydum sorun bir nebze de olsa çözülmüştü, en azından artık O'ndan tamamen habersiz kalmayacaktım. Üstelik sorunu O çözmüştü. Bu kadar basit bir çözümün benim aklıma gelmemesinin nedeni ise sorunu çözümsüz görmemdi. Çünkü aramızda yaşanan onca şeye rağmen Onunla görüşmemizde hala benim hiç inisiyatifim yoktu. Bunu kendimde hak olarak göremiyordum.Çünkü O benim arkadaşımdı ve arkadaşlar imkanları varsa görüşürler, yoksa ertelerler, birbirlerini sürekli görmek ihtiyacı hissetmezler, sorumlulukları  birbirlerinden talepleri bir sevgili sorumluluğundan farklıdır. İlişkimiz başladığından beri O bana sevgiliymişiz gibi davranıyor benden sevgili sorumlulukları bekliyor, talepleri sevgili talebi oluyor ben de memnuniyetle bunları karşılıyordum. Ama ben O'ndan asla böyle bir talepte bulunamıyordum. Her şey O'nun kontrolündeydi O ne isterse, nasıl isterse öyle oluyordu. Ben bir kez maçtan sonra sevgilimsi bir harekette bulunup ağzımın payını almıştım. Bu görüşememe diliminde de böyle olmuştu. Ben  çok özlemiştim burnumda tütüyordu ama gece yarısı  kapısını çalıp seni çok özledim deme özgürlüğünü hissetmiyordum kendimde.Buna rağmen O'na ulaşamamamın sevgili sorumluluğunu da hissediyor ne diyeceğimin nasıl hesap vereceğimin çekincesini de yaşıyordum. Sözün özü bu yoğun süreçte görüşebileceğimiz kısıtlı zamanı yaratabilmek için O'na yük bindirecek bir çözüm önerisi bulacak hakkı görmüyordum kendimde. Ama O bulunca da bayram şekeri verilmiş çocuklar gibi mutlu oluyordum. Hem şekeri sevdiğim için hem de şekeri istemek zorunda kalmadığım için. Ama şekerin hakkım olduğunu asla düşünemiyordum.
O gün her  zamanki gibi Hünkar Çay Bahçesine  gitmedik.Yolda fikir değiştirdi ve Maksem'e Temenyeri  Parkı'na çevirdi rotayı. Tost yedik salıncaklarda sallandık, ne çok şey birikmiş konuşacağımız hiç susmadık ben anlatıyorum bitirmeden O başlıyor, O anlatıyor ben devralıyorum vaktin nasıl geçtiğini anlamamışız. Bir de Perşembe harici görüşmek için zaman yarattı "Cuma Cumartesi çıkınca provadan, kaç olursa olsun gel bana" dedi " Nasıl olsa hafta sonu okul yok adam gibi kahvaltı yaparsın sabah, bütün malzemelerin bende  zaten banyo yaparsın, yine gitme o salak saçma banyolara provan kaçtaysa hafta sonu ben bırakırım seni"   Arkadaşlarıma nasıl açıklayacağımı sordum eve gitmemeyi. "O da senin sorunun artık bul bir yolunu. Her şeyi de ben mi düşüneyim canım" Provam 5 teydi daydı saate ilk baktığımda ise saat 5' beş geçiyordu.. Şimdiki trafik olsa Bursa'da 1 saatte varamazdık Temenyeri'nden Fethiye'ye.Beni bıraktığında 5:35'ti saat. Ayrılırken iki hafta görmeyeceğim seni deyip sıkı sıkı sarıldı bana ben de Ona.  İlk defa provaya geç kalmıştım üstelik sahne amiriydim bayağı panik olmuştum ama suratımdaki salak gülümsemeyi de silemiyordum bir türlü.İlk olması kimsenin kızmamasına ama  herkesin  çok merak etmesine neden olmuş. Neyse ki uzatmadılar işim vardı şehir merkezindeydim deyince.
Hafta sonları O'na nasıl gideceğimi bulmuştum. Ekipte çok sevdiğim bir kız arkadaşım vardı. Doburca'da oturuyordu . Doburca o zamanlar  bir köy, şehre henüz  tam dahil olmamış.Doburca'ya giden Son araç akşam 8 de Çekirge'den geçiyor. Arkadaşım da mecburen 7 gibi provadan ayrılmak zorunda kalıyor. Bu hepimiz için sorun yaratıyordu. Ben dedim ki sen prova sonuna kadar kal ben seni Çekirgeden sonra yürüyerek evine bırakırım. Saçmalama olur mu öyle şey hem nasıl döneceksin falan derken en azından hafta sonları daha uzun çalışabilmemiz için bu teklif kabul edildi. Bahsettiğimiz yol Çekirge Meydandan 5 kmlik bir yol ve rahat 4 kmlik kısmında sadece tek tük çiftlik evlerinin olduğu bir yerleşim var, yol boyunca cirit atan köpekler de cabası. Ben o yolu arkadaşımla gideceğim gece 11 den sonra tek başıma aynı yolu yürüyerek döneceğim sonra da Eğitim'e evime geçeceğim. Çok büyük fedakarlık. Ben oyun için diyorum, herkes kıza aşık olduğumu sanıyor- ki bu işime geliyor asıl amacımı gizliyor-  aslında ise Çekirge'ye vardığımda hemen bir taksi dolmuşla Heykel'e geçiyor ve oradan Setbaşı'na Onun evine gidiyorum. Ev arkadaşlarıma da Bursa'ya yeni taşınan bir uzak akraba hikayesi uydurdum Çekirgede oturdukları için gece gece eve dönmeye uğraşmıyor onlarda kalıyordum güya. Herşey bir anda yoluna girivermişti.
Oyuna kadar bu şekilde idare ettik. Oyun günü 8 deki oyuna 5 te gelmiş Kültür Merkezi'nin görevlisi salona gelip beni provadan çıkarttı misafirin var seni soruyor diye. Hocanın kızmasına rağmen çıktım. Çok şaşırdım, provayı terk ettiğim için tedirgin oldum ama bir o kadar da mutlu oldum;
-Erken gelmişsin oyun 8 de
-Biliyorum şapşal. Bir ihtiyacın var mı diye sormaya geldim. Pazardan beri görüşmedik iyi misin?
-İyiyim iyiyim çalışıyoruz işte. Çok sağol geldiğin için.
Yine olmaya başlamıştı, çok mutlu olmama rağmen gittikçe geriliyordum. O bana sevgilimmiş gibi davranıyordu ama ben nasıl davranacağımı bilmiyordum, üstelik benim ortamımdaydık.
-Emin misin çok gergin görünüyorsun . Rahatla biraz çok çalıştınız ben biliyorum her şey çok güzel olacak rahat ol. Bak sana ne vereceğim. (Çantasından minik bir tavşan ayağı çıkardı) bunu bana babam vermişti. Çok inanırdı böyle şeylere. Öldüğünden beri yanımdan hiç ayırmadım ve bana da şans getirdi bence
-Bunu alamam ama
-Meraklanma sadece bu akşamlık veriyorum. Bugün senin ihtiyacın var buna oyundan sonra geri alırım sakın kaybetme. Kostümünün cebi var mı?
-Var
-Hah koy cebine işte. Elimi avucuna aldı, tavşan ayağını avucuma koyup kapattı avucumu.
-Yerimi ayırdın dimi?  Ayırmamıştım ama panikle;
-Tabi tabi ayırdım ayırmaz olur muyum.
-O zaman ben kaçayım artık 7 buçukta gelirim deyip öptü yanağımdan elimi iyice sıktı ve bol şans dileyip döndü  kapıya yöneldi.
O sırada Fethiye Kültür Merkezinin alt kata inen merdivenlerinin başında  Kulübün o zaman ki en kıdemli üyesi olan, O sene beni rolüme hazırlayan daha sonra profesyonel hayata geçtiğimizde de yönetmenliğimi yapacak olan arkadaşla göz göze geldim. Cin gibi birisidir ama o an neler olduğunu anlayamamıştı.O oynamıyordu  oyunda  izleyecekti ve emindim kendisine iyi bir yer seçecekti. Şaşkınlığımı attım üzerimden ve hemen seslendim arkasından ikisini tanıştırdım ve sanki her şeyi önceden planlamış gibi arkadaşıma da (arkadaşım dediğime de bakmayın o sıralar böyle bir samimiyetimiz yoktu abimiz sayılırdı hepimizin, sonradan samimi olduk) emri vaki yaparak;
-7 buçukta bu giriş kapısında seni bekleyecek seni yerine götürecek dedim. Sağolsun hiç bozmadı beni.
O gidince bana baktı ve noluyor diye sormadan girdim ben
-Nolur hiçbirşey sorma ve kendine ayırdığın yerden bir kişilik yer de Onun için ayır ve yalvarırım karşılayıp yerini göster.
-Tamam ben hallederim ama bunu sonra konuşuruz
-Sonra da konuşmayalım dedim.  Bir kahkaha patlattı ben hemen salona kaçtım. Sağolsun sonra da hiç açmadı konuyu sadece birkaç kez ikimizin anlayacağı şekilde ima etti, ben de hep gözlerimle minnetimi ilettim
Oyun oynandı öyle güzel bir yer ayırmıştı ki arkadaşım 5. sıranın  tam ortasında.. Fethiye Kültür Merkezi'nin o zaman sahne koşullarından çok uzak olan ışıklarının sayesinde net bir şekilde görebiliyordum onu. Bütün rolümü Ona oynadım sanki. İspanyol diktatörü Franco'yu oynuyordum ve Onu gördükçe coşup bağırıyordum Viva Espana diye, kendimi göstermek istiyordum sanki Ona beni gör diyordum, sahneden her bağırdığımda Ona ilan-ı aşk ediyormuş gibi hissediyordum kendimi. Oyun bitti   selam verdik,bir üniversite tiyatro grubunun sahnelediği ilk oyundan sonra hep olan şey oldu. Oyuncular zafer sarhoşluğu içerisinde birbirine sarılmaya zıplamaya başladı sahne herkesin eşi dostu arkadaşı ile doldu bir tebrik silsilesi kutlama çılgınlığı yaşanıyordu. Kim kime sarılıyor, kim ağlıyor kim gülüyor belli değildi. Muhteşem bir andı o kalabalıkta o sarılma öpüşme ağlaşmanın içinde  bir yandan da gözüm O'nu arıyordu. Birine sarılmıştım kim olduğunu hatırlamıyorum omzuma bir el dokundu döndüm O. Öyle bir sarıldık ki sanki içimize almak istiyorduk birbirimizi, zaten kimsenin kimseyi gördüğü yoktu. "Çok iyiydin" diye fısıldadı kulağıma "gurur duydum, hepiniz çok iyiydiniz" Cevap bile veremiyordum ağlayabilen bir insan olsam sel olurdu gözyaşlarım orada eminim. Fotoğraf için çekti biri kolumdan sürüklendim. "Sen de gel" diye bağırdım Ona, gelmedi. Fotoğraflar  çekildi. Tekrar yanına gittim.
-Siyah saç esmer ten yakışmış hep böyle mi kalsan bayağı bayağı yakışıklı olmuşsun böyle sen dedi  utandım, gururlandım ve de bozuldum, doğal halim yakışıklı değilmiş yani diye düşündüm ama çok da umursamadım. Oyunda makyajla tenim esmeleştirilmiş saçım da guaj boyayla siyaha boyanmıştı.
-Birazdan Kültürparka Çağdaş'a gideceğiz kutlamaya dedim sen de gelsene.
-Yok siz gidin eğlenin.
-Lütfen sen de gel dedim yalvaran bir tonda ve yalvaran surat ifadesiyle. Hiçbirşey umurumda değildi artık Onu herkesle tanıştırabilir,her türlü alay ve dedikoduyu kaldırabilirdim.  Çok güçlü hissediyordum kendimi ve O'ndan uzak kalmak istemiyordum bu en mutlu gecemde.
-Benim sabah dersim var kalamam siz eğlenin, hem ne diyeceksin arkadaşlarına
-Umurumda değil. Sen gel biraz kal geçe kalmadan gidersin.
-Siz gidin hadi git üstünü değiştir makyajını sil. Tavşan ayağım nerde?
Cebimdeydi hemen çıkarıp verdim.
-Gördün mü bak işe yaradı mükemmel bir oyun çıkardın
Sarıldı tekrar bana öptü
-Belki gelirim ama söz vermiş olmayım gelemezsem  yarın akşam ders çıkışına gel.
Döndü ve Ona yer ayarlayan arkadaşımla göz göze geldik. Ona da teşekkür etti ve çıktı.Arkadaşım bana baktı ben kulise kaçtım.
O gece Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin Kültür Park'taki lokalinde çılgınlar gibi eğlendik. Oyun için öğrendiğimiz Flamenko figürlerini mahvederek uyguladık deli gibi içtik. Gece bitince bir grup arkadaş bize geçtik evde içmeye devam ettik hayatımın içkideki ilk doz aşımını o gece yaşadım. Bir rivayete göre En sevdiğim şarkı olan Ezgi'nin Günlüğü'nden Dut Ağacı Türküsü eşliğinde çıplak fotoğraflarımı çekmişler  arkadaşlar ama ne hatırlıyorum ne de o fotoğrafları gördüm ama yıllarca geyiği yapıldı fotoğrafların.Kendime geldiğimde saat ertesi gün akşam 5 ti ve 5 onun okuldan çıkma saatiydi. Mümkün değil yetişemezdim berbat durumdaydım. Gidemedim ders çıkışına. Herkes bizde kaldı bir bahane uydurup evine de gidemedim. Cuma gecesi yine sabahladık evdekilerle gündem yoğundu hepimiz bıkıp usanmadan oyu konuşmak istiyorduk. Gündemimiz oyunumuzun yönetmeni Devlet Tiyatrosu Oyuncusunun oyunun  en can alıcı yerlerinde müziği yükseltip bizim kabaran komünist damarlarımızı tatmin edecek yorumlara engel olması şüphemizdi. Gençtik toyduk dünya etrafımızda dönüyor sanıyorduk. Herkes emindi bu düşünceden benimse kafam bambaşka bir yerdeydi. Benim gündemim bambaşkaydı. 17 Nisan 1993 öğlen uyandım bu sefer  1 gibiydi hemen kalktım  giyindim evde hala herkes uyuyordu. Çıktım Onun evine gittim saat 2 olmuştu ben gidene kadar. Evde yoktu. Biraz kapının önünde oturdum. Ama iç avluda bir ev apartmanın camından bakanlar görebilir belki diye rahatsız oldum. Gittim Mahfelde oturdum biraz çay içtim tost yedim saat dörde doğru yaklaşırken tekrar gittim bu sefer evdeydi. Telaşlı bir hali vardı.
-Gel içeri gel .. hemen içeri girdi peşinden gittim;
-Nerdesin sen dün yarım saat bekledim okulda
-Çok geç yattık kalkamadım.. Şaşkınca baktı
-5 te kalkamadın mı?
-Tam o saatte kalktım işte yetişemedim.
- Neyse sonra konuşuruz televizyona bak Turgut Özal ölmüş
Cumhurbaşkanı Turgut Özal ölmüştü o gün, o an öğrendim. Çok garip bir duyguydu,19 yaşındaydım ilk defa bir devlet büyüğünün ölümüne tanık oluyordum,babamın oy verdiği, aklımın ilk erdiği ortaokul lise yıllarımda sevdiğim, üniversitede değişen siyasi görüşümle beraber nefret ettiğim adam ölmüştü. Garip bir gündü saatlerce televizyon izledik. Onun en büyük derdi ertesi gün yapılacak ÖSS sınavlarının ertelenip ertelenmemesiydi. Görevliydi çünkü sınavda. Ertelenmedi. O gece kaldım orada. Sabah beraber onun görev aldığı okula gittik. Sınav çıkışı önce eve geldik üstünü değiştirmek istedi. Bu resmi kıyafetlerle Pazar günümü geçirmek istemiyorum dedi. Hava çok güzeldi. Askılı uzun bir bahar elbisesi giymişti. Göğüs çatalından yukarısını açıkta  bırakan bir elbiseydi bu ama havanın akşam serin olma ihtimaline karşın omuzlarını kapatan ince yarım bir hırka da giymişti üstüne.Çekirgeye gittik Askeri Hastane tarafında lüks ir pidecide yemek yedik. Oradan  dağ yoluna çıkıp Aşıklar Çay Bahçesine geçtik.Orada birer bira içtik. Saat 5i geçmişti. Fethiye'de provadayken oradan güneşin batışına denk gelmiştim bir kez çok güzeldi ve O batışı onunla izlemeyi çok istemiştim. Birden ;
-Kalk dedim kalk gidiyoruz
-Nereye
-Fethiyeye güneşin batışını izlemeye.
-Buradan da manzara çok güzel burada izlesek ya
-Yok olmaz orada daha güzel
Tamam dedi ikiletmedi beni. Yoldan bir kaç bira ve çerez aldık. Fethiye'ye gittik ama Kültür Merkezinde etkinlik vardı sanırım otoparkta bayağı araba vardı. Girmedik oraya. O tarafta güneşin batışını izlerken biralarımızı içebileceğimiz sessiz sakin bir yer aradık.Benim kararsız araba kullanmam ve yolları pek bilmemem sayesinde  Bademlide bulduk kendimizi. Şimdiki Turhan Tayan Anadolu Lisesi'nin olduğu mevkide bir yere konuşlandık.
Muhteşem bir manzara vardı, güneş dokunacağımız kadar yakındı ve kocaman portakal rengi bir top gibiydi. Ezginin Günlüğü'nün tüm albümlerini almıştı ama arabada sadece Alagözlü Yar ile Ölüdeniz vardı. Alagözlü Yar çalıyordu zaten. Hiç konuşmadan güneş kaybolana kadar izledik, dinledik ve içtik. Güneş kayboldu konuşmaya başladık, oyunu konuştuk, sınavı konuştuk, Turgut Özal'ın ölümünü konuştuk, Lorca'yı konuştuk daha bir çok şey konuştuk. Kaset bitti Ölüdeniz'i taktık o da bitti tekrar Alagözlü Yar'ı koyduk ve sustuk. Ben şoför koltuğundaydım biralarımız bitmişti bana doğru sokuldu karnıma doğru yattı;
-Yıldızları izlemek istiyorum dedi.
Ben de koltuğu hafif geri çekip biraz da yatırrak ikimizin de yıldızları daha net görebilmesi için açı oluşturmaya çalıştım. Fonda Azeri baladları biz susmuş yıldızları izliyorduk. Kolumu omzundan atmıştım elim göğüs kafesindeydi,elimi aldı üstünü öptü ve bıraktı elim bu sefer biraz daha aşağıdaydı nerdeyse göğüslerine dokunacaktım birden elimi çekmeyi düşündüm ama O'nda hiç tepki yoktu. Ben de O'nun elini aldım ve öptüm ama bırakmadım elini bir kaç saniye sonra bir daha öptüm artık ne olacaksa olsun diye düşünüyordum alkolden mi yoksa oyunu oynadıktan sonra mı bilmem bir güven gelmişti kendime. Ama hiç bir tepki vermiyordu. 3. kez ve 4. kez öptüm elini aralıklarla ne bir direnç gösteriyor ne de hoşuna gittiğini gösteren bir tepki hiçbir şey. Diğer elim hala göğüs kafesinin üstünde memelerinin başladığı yerdeydi asla daha aşağı inemiyordum muhtemelen kalp atışlarımın nasıl hızlandığını duyuyordu. Birden hafifçe kıpırdandı panikle elimi göğsünden çekmek istedim tuttu elimi,  yukarıya doğru  çekti kendini elim elbisesinin içine girdi. Ogün heyecandan ölmediysem daha da kalp krizinden ölmem diye düşünüyorum.Artık geri dönüş yoktu ama, ben hala ne yapmam gerektiğinden emin değildim, bir memesi avucumun içindeydi çok acemiydim ne yapacağımı bilmeden sadece dürtüsel hareketlerde bulunuyordum ve saçına alnına küçük öpücükler konduruyordum, içimden geçtiği gibi daha fazlasını yapsam büyü bozulacaktı sanki. Yavaş yavaş Onu kendime döndürüp yüzünün her yerine minik öpücükler kondurmaya başladım. Gözünü, burnunu , yanaklarını öpücüğe boğuyordum O da küçük öpücüklerle bana karşılık vermeye başlamıştı ve ben rahatlamıştım gerçekten geri dönüş yoktu buradan ve dudaklarını öpmek için hamle yaptım. Onu ilk gördüğüm günden beri hayran olduğum, belki de vücudunun en güzel yeri olan dudaklarını öpecektim,bazen dinlerken sadece dudaklarına odaklanmış bulurdum kendimi, Onunla ilgili en cüretkar hayallerim sadece dudaklarını öpmek olurdu daha fazlasını yakıştıramazdım asla Ona.Şimdi o biçimli dudaklarını öpmek üzereydim. Birden yüzünü çevirdi ve ben yine yanaklarını öptüm, anlamadım ama devam ediyorduk birazdan tekrar hamle yaptım yine aynı şekilde savuşturdu beni ve üstümden çekilip kendi koltuğuna geçti, koltuğu geri çekip yatırdı uzandı koltuğa ve elimi tutup beni üstüne çekti. O akşam arabada seviştik. seviştik dediğim de liseli sevişmesi gibi, çok abartılı bir şey değil sadece öpmekten ve kıyafetlerin üzerinden çekiştirebildiğimiz kadar dokunmaktan ibaret.
18 Nisan 1993; Onu tanıdıktan 6 ay, ilk sahneye çıkışımdan üç gün ,Özal'ın ölümünden bir gün sonra ÖSS sınavının olduğu gün, ilk  kez dokunduk birbirimize aylardır süren gerilim sona ermişti , artık başka bir yol alacaktı ilişkimiz, artık şüpheleneceklerin şüphesinin haklı olduğu bir tanımdaydık ve ben çok mutluydum.
 Bir süre sonra bir  otomobil daha muhtemelen içki içmek için yakınımızda bir yere gelince paldır küldür toparlanıp kaçtık oradan. Hayatımda ilk defa o kadar hızlı gittiğim halde yol hiç bitmemişti. Arabayı nasıl park ettim eve nasıl girdik oralar yok bende.Yukarı odasına gitmeyi bile beklemeden salondaki kanepede sevişmeye devam ettik. Kıyafetlerimizden kurtulmuştuk ama ne dudaklarını öpmeme izin verdi ne de sonuna kadar gitmemize. Neden sonuna kadar gitmediğimizi hiç sormadım. Kanımca bu ayıptı,  her ne kadar 32 yaşında olsa da, hiç anlam veremesem de bir kadına bu sorulmazdı . Üstelik hayatımda ilk kez böyle bir şey yaşıyordum,kanaatkardım aç gözlülük yapmaya niyetim yoktu O neye izin verirse o kadarına razıydım. Ya üstüne gidersem ve bu rüya biterse ne yapardım. Ama O'nu öpememek çok koymuştu, hiçbirini yapmasak sadece öpebilsem dudaklarını ,öpüşebilsek delice yeterdi sanki bana. Sorsa bu takasa düşünmeden razı olurdum .İlk defa hakkımmış gibi düşündüm ve bu öpücüğü istedim.
Onun yatağında beraber uyuyacaktık. Koluma yattı sokuldu bana iyice, tenini tenimde hissederek uykuya dalacaktık o an sordum;
-Neden öpemiyorum dudaklarını ?
-O zaman gerçekten sevgili oluruz çünkü. Beynimden vurulmuşa döndüm.
-Değil miyiz?
-Değiliz.
-Neden değiliz. Ben seni seviyorum dedim panikle. Hemen parmağını dudağıma götürüp susturdu.
-Şşşşt sakın. Bak bizim sevgili olamamamız için o kadar çok neden var ki hangisini sayayım.
İsyanlardaydım şövalyeliğim tutmuştu, dedim ya kendime olan güvenim gittikçe artıyordu ama O izin vermeyecekti güven patlaması yaşamama
-Neymiş o engeller, yaş farkı mı, senin hoca olman mı, hepsini aşarız ne var ki.  Bu sefer eliyle ağzımı kapattı ve yanağıma bir öpücük kondurdu.
-Çok tatlısın, seni kaybetmek istemiyorum.Rüyada gibiyiz ve lütfen bu rüyayı bozma. Şimdi sen de devam etmesini istiyorsan bir kaç kural koyalım ve kimse bizi bu rüyadan uyandırmasın tamam mı?
Gözlerimle evet dedim, sihirli cümleyi söylemişti. "bu rüyayı bozma"  bozulmaması için adam bile öldürürdüm devam etti;
- Öncelikle eski gizliliğimiz devam edecek kimse bizi bilmesin. Çünkü artık üretecekleri dedikodu gerçek bir şey olacak bununla baş edemem 2. olarak lütfen beni hiçbir şey için zorlama zamanı gelirse bir gün olur ve bunu bana bırak son olarak en önemlisi sakın ama sakın bana aşık olma. Böyle bir şey hissedersem aramızdaki her şey hemen biter.
Şimdiye kadar hissetmediysen bundan sonra da hissetmezsin diye geçirdim içimden. Son ve en önemli madde için çok geç kalmıştı, o gemi evinde içtiğimiz ilk gece demir almıştı ve 6 ayda limandan bayağı uzaklaşmıştı. Ancak başka bir limana demirleyebilirdi artık, geri dönmesi çok zordu. Ama tabii ki hemen kabul ettim. Onu kaybetmek dünyanın sonu gibiydi o an için hele bu geceden sonra.
-Hadi delikanlı uyut beni artık yarın okul var bana ve sen de gidip sınavına gireceksin hiç olmazsa soruları öğrenirsin vizeler kaçsa da finallere çalışacaksın.  
Arkasını dönüp yaslandı vücuduma, sardım kollarımla kıvrıldı sokuldu iyice, hemen uyudu. Vize haftasıydı ama benim umurumda değildi. İki gün sonra ODTÜ Tiyatro festivaline gittik. Hayatımda her şey yolundaydı hayal bile edemeyeceğim bir sevgilim vardı ,her ne kadar o kabul etmese de sevgilimdi benim için. Odtü Festivali'nde sahne alacaktık arkadaşlarımı seviyordum o sene başlamamıza rağmen resmen bir ekip olmuştuk bir üniversite  öğrencisinin istediği her şeye sahiptim. Keşke bu coşkuyu arkadaşlarımla da paylaşabilseydim, keşke sevgilimin elinden tutup okulun çimlerinde sarmaş dolaş olabilseydim, keşke bu festival biraz daha geç olsaydı daha iki gün olmuştu ayrı kalmıştık ve keşke sevgilimi dudaklarından öpebilseydim.
22 Nisan'da döndük Bursa'ya  saat 8 gibiydi ben turne otobüsünden  Santral Garajda****** indim ertesi gün 23 Nisan ve Cuma  üç gün tatil. Gemlik'e halamlara gideceğim bahanesi ile kaçtım ekipten. Hemen Setbaşı'na . Artık çat kapı gitme hakkını kendimde görüyordum kaçta geleceğimizi ben de bilmediğim için haberi yoktu.  İki gün değil de iki yıl uzak kalmışız gibi karşıladı beni. Çok güzel bir gece geçirdik şarap içtik, Pink Floyd , Cutting Crew, Nirvana'dan girdik, Ortaçgil'den çıktık, hiç bir kalıba bağlı değildik. Daha önce de birlikte çok eğleniyorduk ama bu gece başkaydı, sevgili olarak eğlenmek ne güzelmiş diye geçiriyordum, birbirimize dokunuyorduk eskiden ortamda olan cinsel gerilim coşkuya bırakmıştı yerini sınırlarımız dahilinde seviştik ,sızarak uyuduk sarmaş dolaş.
Sabah gözümü açtığımda yüzü bana dönük melek gibi uyuyordu hala. Gözlerine gelen saçlarını çektim, yüzünü saçlarını okşamaya başladım, parmaklarımı öpmek için deli olduğum dudaklarında gezdiriyordum. Birden acaba uyurken dudaklarını öpsem mi diye düşündüm ve hemen ikna ettim kendimi yapacaktım bunu. Onun bana vermediğini çaktırmadan çalacaktım. Nabzım yine hızlanmıştı. İyice sokuldum başımı yastığına koydum dudaklarımız aynı hizaya gelmişti burunlarımız değmek üzereydi.Hala çok cüretkar değildim uyanmasını göze alamayacaktım sadece dudaklarına dokunup  minik bir buse verecektim uyanırsa da uyuyor numarasına dönecektim planım buydu ama birden gözlerini açtı göz göze geldik. Gülümsedi "Günaydın" deyip burnumu öptü usulca ben de aynısını ona yaptım;
-Saat kaç çok mu uyudum?
-Bilmem saat umurumda değil.
-Acıktın mı? Kahvaltı hazırlayayım sen de duş al istersen.
-Şşşt sakin ol. Acelemiz mi var?
-Yok
-O zaman bırak sabah tembelliği yapalım yatağın tadını çıkaralım.
Nerdeyse burun buruna konuşuyorduk bunları iyice cesaretlenmiştim. Konuşurken dudaklarım yüzüne değmeye başlamıştı
-Kahvaltıyı da beraber hazırlarız, hatta duşu da beraber alırız
-Ooo bak sen. Birileri beraber duş almak mı istiyor?
-Almamamız için bir sebep göremiyorum ben  tabi sen de istersen
Konuşurken dudaklarımız birbirine değmeye başlamıştı  -m- b- gibi sesleri kendi dudağımızla değil birbirimizin dudağına değerek çıkarıyorduk
-Sen acaba kuralları delmeye mi çalışıyorsun dedi ama hiç geri çekilmeden
-Ne kuralı  dedim anlamazlığa vurdurarak
-Bu kuralı deyip dudaklarımı öpmeye başladı. Çıldırmıştım. Deli gibi öpüşmeye başladık. Diğer kuralı bozmadan yine seviştik. Beraber duş aldık. Duştan sonra banyoyu ve ayaklarımızı soğuk suyla yıkadık. Sonrasında da hep uygulayarak bu rutine alıştırdı beni hala yaparım bunu her banyodan sonra.
-Artık sevgili olduk mu yani dedim kahvaltıda
-Bilmem dedi gülerek kalktım bir daha öptüm sonra bir daha  doyamıyordum öpmeye, Cemal Süreya'nın dediği gibi bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu iki kere öpsem üçün boynu bükük*
-Bu kuralı çiğnediğimiz diğerlerini de çiğneyeceğimiz anlamına gelmiyor. Özellikle aşık olmak yasak unutma.
Dediklerini duymuyordum bile 23 Nisan benim için başka bir bayramdı artık, yeniden doğmuştum sevgilimi doyasıya özgürce öpebiliyordum. Aşık olduğum o dudaklar benimdi ve sevgilim de sevgilim olduğunu kabul etmişti bu mühürle. Resmi olarak sevgiliydik kimse bunu bilmeyecek olsa da. 23 Nisan'da bıktıracak kadar öptüm onu her fırsatta, her boşlukta, yanından geçerken, yemek yerken, televizyon izlerken, sofrayı toplarken, saçını tararken bir bahane buluyordum öpmek için.  Sonunda;
-Bu yasağı tekrar mı getirsek eskidi dudaklarım deyiverdi nasıl baktıysam suratına, "şaka şaka"deyip O beni öptü coşkuyla hemen ve öperken "bundan bıkılır mı hiç" dedi. Tonlaması, sesinin şiddeti vurgusu bile canlanıyor hala kulağımda yazarken. Dünyada bana ölüm yoktu artık. O hafta sonu ekmek almaya bile dışarı çıkmadık.
Salı- Perşembe - Cumartesi Pazar rutinimize tekrar  dönmüştük. Aslında daha fazla da görüşebilirdik tiyatro çalışmaları eski sıklığında değildi en azından Cumayı da ekleyebilirdik ama 1. kural devam ediyordu. O benim gizli sevgilimdi. Kimse bilmeyecekti aramızdaki ilişkiyi sadece iki gün evimde kalır arkadaşlarımla görüşürsem herkes durumumdan şüphelenir ve sorgulamaya başlardı. 7 Mayısta Çanakkale'ye gitti sadece o hafta sonu görüşmedik Mayıs sonuna kadar.  Haziran başında Kurban Bayramı vardı babamı ikna edememiştim bu sefer bayramda memleketteydim O da Çanakkale'ye gidecekti zaten. Bayram dönüşü finaller ve bütünlemeler okul  Haziran sonunda bitiyordu. Nasıl yaparım da babamı ikna eder Bursa'da kalırım planlarını yapıyordum. Koca bir yaz ayrı kalamazdım O'ndan. Bayramda babama yazın çalışabilirim belki diye bir olta attım. Olmaz öyle şey diye kestirip attı. Ama kararlıydım bulacaktım bir yol.
Bayram dönüşü  Çanakkale'den geldiğinde bir değişiklik vardı onda. Tarif edebileceğim bir şey değildi bu değişiklik. Görünüşte aynıydı her şey. Sadece sezinlediğim bir durumdu ,ne geçirdiğimiz vakitte, ne fiziksel yakınlığımızda bir değişiklik yoktu ama ben bir parça  uzak hissediyordum kendimden. Ya da zihnimin bir oyunu bu, olacakları şimdi bildiğim için yıllar öncesini beynimin yönlendirmesiyle öyle hatırlıyorum. Doğum günümü onunla birlikte kutlamayı hayal ediyordum ama kutlayamadık Cuma'ya geliyordu doğum günüm ve tiyatro kulübündekiler sürpriz bir doğum günü hazırlamışlardı. Biz zaten Cumaları buluşmuyorduk ama Onun da sürpriz yapacağından emindim yani içten içe öyle umuyordum. Ertesi gün gittim evine kuralı bozmamış partiyi Cumartesi gecesi için organize etmişti..Harika bir yemek hazırlamıştı  ilk yemeğimizdeki gibi balık ama bu sefer yanında rakı vardı. Biz o kadar süre hiç rakı içmemiştik beraber, genelde şarap ve bira içiyorduk.  Sevdiğim çizgi romanın 1970 yılında Türkiyede ilk kez yayınlanan fasiküllerini sahaflardan bulup ciltletmişti hediye olarak. İlk defa benim için bu kadar özel bir şey yapılıyordu biri tarafından. Yok o değişmemişti kesin bana öyle geliyordu. Rakı ikimizi de çarptı o gece yatağa gidemeden salondaki kanepede sızmışız. Sonraki günler sınavlar bayağı yorucu geçmeye başlamıştı Onun için. Benim çok umurumda değildi ben daha çok sınavlardan sonra nasıl bir iş bulup babamı ikna ederim derdindeydim o ise sürekli soru hazırlıyor ve sınav kağıdı okuyordu akşamları. Bayram nedeniyle takvim bayağı sıkışmıştı finallerden sonra bütünlemeler için verilen ara o sene verilmemişti finaller bittiği gibi bütünlemeler başlayacaktı o yüzden sonuçlar çok hızlı açıklanmalıydı. Günler su gibi geçiyordu yine Salı Perşembe  Cumartesi Pazar birlikteydik, ben bir türlü bir iş bulamamıştım. Sınavlara kafama göre giriyordum daha çok  Kozahan'a gidiyor bir Olay Gazetesi alıp simit çay eşliğinde  seri ilanlardan iş bakıyordum. Belediyenin önündeki kulübeden uygun olanları arayıp görüşmeye gidiyordum. Bulduklarım ise ya kapı kapı gezerek ev aletleri satmak ya da sigorta poliçesi satmaktı. Ay sonu geliyordu sınavlar bitecekti  bir şey yapmalıydım.Sigorta poliçesi satacağım bir işi kabul ettim çaresizlikten. Maaş yoktu satarsam prim alacaktım sadece.29 Haziran Salı işe kabul edildiğim gündü. O gece müjdeyi verdim Ona," iş buldum "dedim "yazın buradayım gitmem gerekmiyor.Tabi önce babamı ikna etmeliyim bu işe ama o daha kolay iş bulmak daha zordu". Çok soğuk karşladı "ne güzel" dedi. Bozulmuştum;
-Sevinmedin mi sen? Buradayım diyorum yazın ayrılmayacağız. Hem de her gün burada kalabilirim tiyatro yok ev arkadaşları yok.
-Sevindim tabi sevinmez miyim?Şu kağıtları bitireyim sonra konuşuruz olmaz mı?
Hevesim boğazımda kalmıştı hiç böyle bir tepki beklemiyordum, çocuk gibi gözlerim dolmuştu, annesine  heyecanla sınavdan 100 aldığını söyleyen ama annesinin iyi deyip işine döndüğü bir çocuk gibi.Bir şeyler ters gidiyordu ama ne bilemiyordum. Anladı hissettiklerimi yanıma geldi dudaklarımdan öptü;
-Yarın 11 de son sınavım bitiyor benim, akşama kadar sonuçları okurum. Yarın da bana gel hem işini hem de sınavların bitişini kutlayalım olur mu? Hadi asma suratını bir kez daha öptü ve fısıldayarak ekledi Sevgilim...
Aynı şeyler yine oluyordu bir anda gökyüzünü başıma yıkabilirken hemen sonrasında ayaklarımı yerden kesebiliyordu.
Ertesi gün 30 Haziran Çarşamba gerçekten kutlama yaptık, kendi klasiğimize döndük Şarap içtik müzik dinledik ve seviştik ama bu sefer bir farkla. Sevişirken fısıldadı kulağıma "zamanı geldi" anlamamıştım ama son derece becerikli bir şekilde anlattı bana. 30 Haziran 1993 bir kuralı daha çiğnemiştik. Benim için ilkti, o gece daha bir erkek hissetmiştim kendimi. Büyümüştüm sanki. Sabaha kadar uyumadık o gece.
Sabah rolleri değişmiştik O okula gitmiyordu ama ben işe gidecektim. Hazırlanırken bombayı patlattı;
-Ben bugün Çanakkale'ye gidiyorum
-Ne neden ne oldu?
-Tatilim başladı
-Ama ben senin için iş buldum burada kalacağım
-Meraklanma bütün yazı orada geçirmeyeceğim. Döneceğim biraz işim var
-Ne işin var?
-Aile meseleleri
-Neden daha önce söylemedin? Şimdi çıkmadı heralde bu aile meseleleri
-Fırsat olmadı
-Nasıl olmadı ya haftanın dört günü beraberiz.
-O zaman söylemek istememişim demek ki? Neyi sorguluyorsun?
-Ne demek neyi  sorguluyorsun biz sevgili değil miyiz? bizim sorumluluklarımız yok mu birbirimize karşı?
-Bak ben böyle sorumluluk taşıyan bir ilişki istemiyordum baştan beri. O kuralları bozmamalıydık
-Sen bozdun Sakin kalmaya çalışıyordum ama sesim titriyordu beceremiyordum. Bu sefer O bağırdı;
-Hata yaptım işte hata yaptık bozmamalıydık. Yine geri adım atmaya başladım kaybedecektim Onu midemi sıkan çelik pençe tekrar iş başındaydı.
-Ne zaman döneceksin?
-Bilmiyorum... İşlerim bitince dönerim.
-Nasıl ulaşacağım sana telefon numarası falan var mı?
-Var ama  arama sakın. Beni Bursadan kimse aramaz bir de anneme seni açıklamak zorunda bırakma beni
-Nasıl haberleşeceğiz peki?
-. İki haftaya dönerim herhalde, bakarsın otoparka araba buradaysa gelmişim demektir. İstersen bornozunu falan al.
-Yok gerek yok kalsın burada. Temelli gitmiyorsun ya.. Birden sarıldı bana uzun uzun öptü sıkı sıkı sarıldı
-Seni seviyorum çocuk , hadi geç kalma ilk günden işe... Usul usul ağlamaya başlamıştı. Çıktım
1 Temmuz 1993 Onu son gördüğüm o evden son çıktığım tarihti.
Bir ay boyunca sigorta satmaya çalıştım bir tane bile satamadım. ilk haftadan sonra her gün evinin önüne gittim otoparkta arabayı görme umuduyla göremedim. Babam iyice huzursuzlanmaya başlamıştı eve dönmemi istiyordu. Gönderdiği parayı azalttı her telefonda kavga ediyorduk. Arkadaşlarım memleketlerindeydi sadece Bursa'da olan bir kaç kişi vardı ama onları göreceğim saatlerde de çalışıyordum. Bir gün cesaretimi toplayıp amcasına gittim telefon numarasını kaybettiğimi söyleyip istedim.  Verdi defalarca aradım hep cevapsızdı, bir kez annesi açtı,  işte dedi. Ne işi dedim şaşırmıştım. Üniversitede dedi. Geldi sandım hemen okula gittim arabası orada da yoktu. İşin kötüsü soracak kimse de yoktu.
Daha fazla baskıya ve parasızlığa dayanamayıp Memlekete döndüm, Ağustos başında. Bundan sonraki tarihleri buraya kadarki kadar net hatırlamıyorum. Ruh gibiydim Çorum'da. Bir kaç kez daha aradım. İki kez daha annesiyle konuştum. Birinde dışarıda dedi. Diğeri geceydi yok dedi ve kapattı. Sonrasında numara hiç düşmedi kapatılmıştı sanki.
Eylül'ü zor  ettim okullar açılmadan evi toplamam lazım bahanesiyle Bursa'ya geldim. Hemen Eğitim Fakültesine gittim orada olmalıydı ama arabası yoktu. Akşam evine gittim yine arabası yoktu. Saatlerce dolaştım oralarda her on dakikada bir otoparkın önünden geçiyordum. Araba hiç gelmedi. Okullar açıldı yine gelmedi. Almanca bölümündeki kantinde beni kurtaran arkadaşa sordum Onu. "Bilmiyorum gelmedi bu sene" dedi ve ekledi "nerden tanıyorsun sen o çatlak karıyı ya" Çarpıverecektim ağzının ortasına tuttum kendimi. Hiiç dedim  tanışmıştık işte. Yine amcasına gittim yüzümü yer edip;
-Haa sen mi geldin evladım dedi ben bir şey sormadan. İçeri gitti büyük bir çantayla geldi.
-Bunlar seninmiş gelirsen sana vermemi istedi.
-O nerde dedim
-Taşındı oğlum O Çanakkaleye dedi. Evini de kiraya vereceğiz kulağın delik olsun ev arayan olursa haber ediver. Apartman içinde ya tanıdığa vermek istiyoruz. Ama aile olsun hanım komşuluk istiyor.
İlk defa bu kadar konuşmuştu bu adam.  Çantayı aldım içinde eşyalarım vardı bornozum ve bir kaç parça eşya daha. Bir not bulurum umuduyla baktım ama hiç birşey yoktu. Sadece oyuna çıkarken bana verdiği tavşan ayağı.
O yaz Kürk Mantolu Madonna'yı okumuştum benim için artık O benim  Maria Puder'im di belki de ölmüştü hastaydı, belki o yüzden kaçtı benden belki de karnında çocuğumu taşıyordu o son sevişmeden yadigar. Çok istedim Çanakkale'ye gidip Onu aramayı ama gidemedim bir güç tuttu beni. Ya parasızlığı bahane ettim ya zamansızlığı kendime. Sonra başka aşklar başka insanlar, başka meşgaleler girdi araya ya da kısaca zaman ve ben unuttum. Ya da unuttuğumu sandım.  Ama işte bugün görünce kendisini her şeyi satırı satırına hatırladım sanki tekrar yaşadım hepsini bir kaç saniyede.Daha önce bir kaç kez sosyal medyada aramıştım ama hiç sosyal medya hesabı açmadı kendine ya da kendi ismiyle açmadı bilmiyorum. Şimdi ise işyerimin altındaki Kafede oturuyordu işte yanına gitmeli miydim bilmiyorum...
...Gittim. Yaşlanmış olması gerekirdi.59 yaşındaydı ama sanki ben daha yaşlı duruyordum yanında.  Ne saçında bir tel beyaz ne de öyle abartılı bir kırışıklık yüzünde.Hala narin, hala gözleri ışıl ışıl ve dudakları çok güzeldi. Hemen tanıdı beni ne yapacağımızı bilmeden baktık sonra sarıldık birbirimize,biraz mesafeli tabi.
Anlattık birbirimize neler yaptığımızı geçmişe hiç girmeden.Bursa'ya dönmüş babasının evine yerleşmiş, (bizim evimize) . Bir oğlu varmış 23 yaşında Onunla beraber yaşıyormuş.Eşinden boşanmış yıllar önce.;
-Sana bir açıklama borçluyum biliyorum dedi Deli gibi merak ediyordum ne olmuştu neden gitmişti ama vazgeçtim birden. Neyi değiştirecekti ki kafamdakileri yıkmaktan başka 27 yıl sonra.
-Hayır dedim O borç zaman aşımına uğradı. Sen benim Maria Puder'im oldun kafamda, öyle kal. Ben herşey için kendimi suçladım, gerçekler farklıysa 27 yıllık hayal yıkılır bırak kafamdaki gibi kalsın..
Teşekkür etti her şey için. Birazdan oğlu geldi tanıştırdı bizi. İyi ki23 yaşındaydı çocuk. 26 yaşında olsa benim çocuğum olduğuna yemin edebilirdim. O kadar benziyordu bana.Ayrılırken bir dakika beklemesini rica ettim. Arabaya koşup bana bıraktığı ve o günden beri yanımdan ayırmadığım tavşan ayağını aldım ve geri verdim;
-Aaa inanmıyorum bunu hala saklıyor musun?
-Hiç ayırmadım yanımdan.
-O zaman yine sende kalsın. O artık senin uğurun
-Bana yeterince yardım etti zaten. Bu sana babandan hatıra, babaların hatıraları çocuklarında kalmalı.
Tekrar sarıldık, ağlamaya başladı, eski günlerdeki  gibi yanağıma bir öpücük kondurdu ve oğlunun arabasına doğru yürüdü.
Yüreğimin bir yerlerinde açık kalan bir dairenin tamamlandığını hissettim. Mutlu muydum değil miydim tarif edemiyorum....
*Tuval              :Eğitim Fakültesi yakınlarında o zamanlar faaliyet gösteren bir cafe
**Sönmez          : Heykel'deki Sönmez İş Sarayı
*** İnkaya         :Uludağ Yolundaki Tarihi Çınar
****Eğitim          : Eğitim Fakültesi'nin ismini verdiği Mahalleye giden dolmuşlar
*****Mahfel        :1999 da yanan Setbaşı Köprüsü'nün yanıdaki Bursa'nın tarihi çay bahçesi
******Burç         :Altıparmak Caddesindeki BUrç Pasajı O zamanlar sineması kitapçıları ve fast food restoranları ile öğrencilerin gözde mekanıydı.
******* Fethiye Kültür Merkezi: Bursa'nın Fethiye Mahallesinde bulunan İlahiyat Fakültesi binasının yanındaki Uludağ Üniversitesine ait Kültür Merkezi


Ertan EKMEKÇİ 
  2011-2020
BURSA





-